Avrupa entelektüel devrimi şüphesiz köklü ve kapsamlıdır. Ancak kaynaklarını bahsettiğimiz devrim ve pırıltılardan aldığı tartışılmaz. Hemen belirtmeliyim ki, bu entelektüel devrimlerin tümünün sömürü ve iktidar tekelleriyle alakası yoktur. Tersine, bu tekeller yüzünden layıkıyla gelişmemeleri ve saptırılmaları, köreltilmeleri, daha çok da kendilerine bağlayıp sermaye haline getirmeleri söz konusudur.
Avrupa büyük entelektüel devriminde bu gerçeklik daha açık ve çarpıcıdır. Kapitalist tekeller ve devlet tekelleri olarak mutlakıyet ve ulus-devlet sistemleri, entelektüel devrimi engellemek, saptırmak ve kendi iktidarlarına bağlamak için büyük uğraş vermişler, bunu başat işlerinden saymışlardır. Bu konuda büyük mücadeleler verilmiştir. Entelektüel bağımsızlıklarını, onurlarını kaybetmemek için, engizisyondan Fransız devrim mahkemelerine kadar iktidarların amansız zulmüne karşı direnmişler, yakılmayı göze alabilmişlerdir: Bruno, Erasmus, Galileo, Thomas Moore vb. gibi…
Bilgi birikimi değil bilgi hamallığı
19. ve 20. yüzyıllarda, toplumun her alanında ve birimlerinde olduğu gibi, entelektüel alan ve birimlerde de tekelci sermaye ve ulus-devletin hegemonyası güçlü yansıma buldu. Bilim, felsefe, sanat ve hatta din; iktidarlara, özellikle ulus-devlet yapılanmalarına büyük oranda entegre edildi. Her iki alandaki tekelcilik, entelektüel bağımsızlığa büyük darbe vurdu. Bağımlılık altındaki entelektüel ya bir entelektüel sermayedara ya da çoğunlukla üniversite ve diğer okul sistemlerinde bilgi hamallarına dönüştü. Her ulus-devletin yeni tapınağı, üniversiteler başta olmak üzere okul yapıları oldu. Yeni neslin beyni ve ruhu buralarda yıkanır; ulus-devlet tanrısına hiçbir dönemle kıyaslanmayacak denli tapınan kul-vatandaşlar haline getirilir. Haliyle her düzeydeki hocalar yeni rahip sınıfı konumundadır. Şüphesiz tek tek aydınlar, entelektüel haysiyetini koruyanlar vardır. Ama genel kuralı bozmayacak kadar istisnaidirler.
Bilim alanını suça ortak ettiler
Daha da önemlisi, Avrupa entelektüel devriminin içeriğindeki gelişmelerle ilgilidir. Önceki çağların din, bilim, felsefe ve sanatını öncelikle iyi özümsediklerini belirtmek gerekir. Kendi katkılarını bu özümsemeye dayandırdıkları açıktır. Kabul etmek gerekir ki, Avrupalı entelektüeller hakikate yaklaşmada büyük bir aşama kat ettiler. Metot ve uygulama olarak başarıları kesindir. Özellikle ‘Birinci Doğa’ya (fizik, kimya, biyoloji, astronomi alanlarına) ilişkin başarıları bu yönlüdür. Fakat ‘İkinci Doğa’ olarak topluma ilişkin bilimsel, felsefi, sanatsal ve ahlaksal yaklaşımları için aynı hususu belirlemek mümkün değildir. Büyük ve anlamlı açıklamalar (manifestolar), bilimsel disiplinler, felsefi ekoller, sanatsal eğilimler ve etik öğretiler geliştirdiler. Fakat toplumun ahlaki ve politik karakterini koruyacak kadar başarılı olamadılar. Tersine, sermaye ve iktidar tekellerine bağlandıkça, ahlaki ve politik toplumun imhaya varana dek hedef haline getirilmesinde sadece yetmezlik, eksiklik ve yanlışlıklarla izah edilemeyecek denli suç ortaklığı ettiler. Entelektüel kriz işte böyle başladı.
Bilimsel devrimin göstergeleri
Şüphesiz yalnız toplum değil, çevrenin de imha hedefi haline gelmesinde entelektüel kesim sorumludur. Zaten küresel krizden müştereken sorumlu tutulmaları, krizin müşterek olmasından ötürüdür. Burada aydınlatılması gereken en önemli husus, entelektüel yenilginin, bozulmanın ve çarpıklaşmanın stratejik ve taktik olarak nasıl geliştiğidir. Özellikle toplumsal bilimler alanındaki büyük kargaşa, yenilgi ve ihanetin gelişmesinde neleri sorumlu tutmalıyız? Tümüyle bilimsel paradigmayla ilgili bir hastalık mı söz konusudur? En büyük payı bazı disiplinlerde mi aramak gerekir? Hastalık bünyesel midir, yoksa arızi midir? Tedavisi mümkün müdür? Tedavinin yol ve yöntemleri nasıl geliştirilmelidir? Yeni bilimsel devrim veya paradigmanın ana göstergeleri neler olabilir? Stratejik olarak nerelerden başlamalıyız? Ancak bunlar ve benzer sorulara özlü yanıtlarımız olursa, entelektüel krizden çıkış kadar, yeni paradigmatik ve bilimsel görevlerimizi belirleyebiliriz.
İktidarla bütünleşen bilim
Avrupa uygarlık merkezli bilim krizi bünyeseldir. Uygarlığın başlangıç dönemlerindeki gelişmeleriyle ilgilidir. Bilimin tapınakta merkezileşmesi, iktidarla bütünleşmesi anlamına gelir. Bilimi toparlayan rahiplik zaten iktidarın en önemli ortağı konumundaydı. Halbuki neolitik dönemdeki bilimin yapısı farklıydı. Kadının bitkiler üzerindeki bilgisi belki de biyoloji ve tıbbın temeliydi. Ayrıca mevsim ve ay gözetlemeleri hesabı ortaya çıkarıyordu. Tarım-köy topluluklarının bin yıllarca yaşam pratiklerinin büyük bir bilgi hazinesini ortaya çıkardığı rahatlıkla yorumlanabilir. Uygarlık dönemi bu bilgileri toparlayıp iktidarın parçası haline getirdi. Burada olumsuz anlamda niteliksel bir dönüşüm yaşanmıştır.
‘Uygarlık’la yaşanan negatif dönüşüm
Uygarlık öncesi ve dönemindeki karşıt toplumlarda bilgi ve bilim, ahlaki ve politik toplumun parçasıydı. Toplumun hayati çıkarları gerektirmedikçe, bilimin başka türlü kullanılması mümkün değildi. Bilgi ve bilimin tek amacı toplumun varoluşunu sürdürmek, korumak ve beslemek olabilirdi. Başka amacı düşünülemezdi. Uygarlık bu durumu kökten değiştirdi. Bilgi ve bilim üzerinde tekelini kurarak toplumdan kopardı. Toplum bilgi ve bilim yoksunu kılınırken, iktidar ve devlet güçleri bilgi ve bilimle alabildiğine güçlendiler. Bilgi üretenleri ve taşıyanları hanedanlıklara ve saraylara bağlayarak tekellerini sağlamlaştırdılar. Böylelikle bilimin toplumdan, özellikle kadından köklü koparılışı, yaşam ve çevreyle bağının koparılışı anlamına da geliyordu. Aynı zamanda analitik zekânın duygusal zekâyla bağının köklü kopuşu ve aralarındaki mesafenin sürekli büyümesi de birlikte gelişiyordu.
Bilgi üreticileri toplumdan koptu
Bilimin toplumsal doğadaki anlamı tanrısallıktı. Toplum kendi doğasına ilişkin bilgi ve bilinç düzeyini kendi kimliğinin ifadesi olarak tanrısallaştırıyor, tanrısallıkla bir tutuyordu. Uygarlık bu konumu da değiştirdi. Bilim hanedan ve ortaklarına geçince, tanrısallık da konum değiştirdi. Artık topluma kulluk, tanrısal olmayanlar payesi biçilirken, hanedan ve yakın çevresi tanrı soylusu olarak mitolojiye ve dine geçirilmiş oldu. Tanrı-krallar, tanrı soylular böylesi bir sürecin ürünüydü. Bilim ve bilgi üreticilerinin ve taşıyıcılarının toplumla bağlarının koparılışı uygarlık çağları boyunca devam etti. Buna karşı direnen olduysa da, kolayca tasfiye edildiler. Bilgi ve bilim adeta bir kast oluşturdu. Avrupa uygarlığına gelince, özellikle kiliseyle krallığın çekişmesi ve yine manastırların kısmen özerk havası nedeniyle bilgi ve bilim üreticileri sınırlı bir bağımsız dönem yaşadılar. Yoğun iktidar savaşları araştırmalarına zarar vermeden daha kolay koruyucu bulmalarına fırsat sunuyordu. Rönesans, Reform ve Aydınlanma bu iktidar savaşlarının yol açtığı özerk ortamla yakından bağlantılıydı. Çin ve Osmanlı tarzı bir mutlakıyetin olmaması özerkliğe katkı sunuyordu. Sonuç, felsefesel ve bilimsel devrim oldu. Fakat bir yandan kapitalizmin hegemonik yükselişi, diğer yandan ulus-devletin oluşumu, 19. ve 20. yüzyılda bilim üzerinde sermaye ve iktidar tekelinin kurulmasını beraberinde getirdi. Bilim artık sermaye ve iktidarın ayrılmaz parçasıydı. Zaten uygarlık tarihi boyunca ahlaki ve politik toplumun aleyhine gelişen bu durum Avrupa modernitesiyle zirve yaptı.
Bilime biçilen rol: Savaş araçları icadı!
Demek oluyor ki, Avrupa merkezli bilimsel paradigmalar çok önceden toplumdan kopmuşlardı. Bilgi ve bilimle uğraşanlar ağırlıklı olarak sermaye ve iktidar perspektifi içindeydiler. Ahlaki ve politik toplum çoktan gözden düşmüştü. Temel kaygısı ahlaki ve politik toplum olmayan bilim, artık sermayenin ve devletin hedeflerine kilitlenmekten başka bir uğraş alanı bulamazdı. Artık bilim iktidar ve sermaye üretirken, sermaye ve iktidar da bilimi kendine iyice mal ediyorlardı. Bilimin ahlak ve politikayla bağının sonuna kadar yıkılışı kapıyı ardına kadar savaşlara, çatışmalara, kavgalara, her tür istismara açıyordu. Nitekim Avrupa uygarlık tarihi aynı zamanda savaşların en yoğun olduğu tarih oldu. Bilime biçilen rol artık mükemmel ve zafer getirecek savaş araçları icadına yoğunlaşmaktı. Sonuç böylece nükleer silahlara kadar tırmandı. Ahlaki ve politik toplum kurallarının egemen olduğu bir toplumda değil nükleer silah, bir mantar tabanca silahı bile icat edilemezdi. Edilse bile en azından topluma karşı kullanılamazdı.
Araçsal bilim ve ahlaki çöküş
Ahlaki yıkılış savaşları en önemli başlangıç etkenidir. Bilim ile ahlak ilişkisinin kopuşu ise, her tür yıkıcı araç icadının temelidir. Bilim ile iktidar ve toplum arasındaki bu ilişkinin temel paradigma ve yönteme yansımaması düşünülemezdi. Toplumun devreden çıkarılması, nesneleştirilmesi anlamına da geliyordu. Tıpkı daha önce kadın ve kölelerin nesneleştirilmesi gibi. Ardından Bacon’la, Descartes’lerle başlayan nesne-özne ayrımları tüm bilimlere taşınmış oldu. Bilimde nesnel olma çok övülür. Hâlbuki en temel felaketin kapısı nesnelik-öznellik ayrımının keskinleşmesiyle açıldı. Ardından ben-öteki ayrımıyla derinleşti. Ardından birbirini yok eden diyalektik uçlara dönüştü. Bu ikilemler kesinlikle ahlaki ve politik toplumla sermaye ve iktidar ayrışmasının, çelişkisinin bir yansımasıdır. Doğanın, ardından kadın ve kölenin, en son tüm toplumun nesne konumuna indirgenmesi, bilimde halen kullanılan çok ünlü ‘nesnellik kuralı’ olarak karşımıza çıktı. Eskinin tanrı-kul ilişkisi, özne-nesne ilişkisine dönüştü. Bu paradigmatik yaklaşımların bilim, özellikle toplumsal bilimler üzerinde etkisi yıkıcı olmuştur. Örneğin tamamen nesne olan fizik doğasını esas alan fizik bilimi, doğa üzerinde sınırsız deneyim ve tasarrufta bulunma özgürlüğüne sahip olduğuna inanır. Nükleer deneyimden her tür oto dinamikleri harekete geçirmeye kadar kendini özgür sayar. Bunu yaparken herhangi bir ahlaki endişe duymaz. Nesne doğa anlayışı maddenin sınırsız tasarrufunu doğurunca, sonuç atom bombasına kadar gider.
Tanrısal bilim araçsal bilime dönüşünce toplumla bağı kalmaz. İktidar ve sermayenin elinde azami kâr kanununa bağlı bir araçsallık kazanır. Görünüşte fizik tamamen tarafsız, nesnel doğayla ilgilenen bir bilimdir. Özünde ise iktidarın ve sermayenin temel güç kaynaklarından biri olduğu açıktır. Aksi halde fizik bilimi mevcut halini koruyamazdı. Olumsuz anlamda toplum-karşıtı bir güç durumuna dönüşümü öyle tarafsız nesnel bir bilim bulunmadığını göstermektedir. Fizik kanunları denilen güç ilişkileri de son tahlilde insan gücünün yansımalarından başka anlama gelmez.
Modernitenin tüm bilimsel yapısına damgasını vuran pozitivist felsefeyi yorumlayınca, uygarlık-iktidar-bilim ilişkisinin içyüzünü daha iyi açığa çıkarabiliriz. Pozitivist felsefenin kesin nesnel olgulardan yola çıktığını, bunun dışında hiçbir bilimsel yaklaşıma yer vermediğini biliyoruz. Yakından bakınca, nesnelerin ilişkisi olarak bilimin tüm eski puta tapıcılardan ve metafizik güçlerden daha putçu ve metafizikçi olduğu kavranacaktır.
*Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ‘Demokratik Toplum Manifestosu-Üçüncü Kitap, Özgürlük Sosyolojisi’ adlı kitabından derlenmiştir.