Yeni bir dünya rejimi yeni bir arayış

- Nazan ÜSTÜNDAĞ
73 views
Bu köşede birçok kereler yazdığım gibi en az on yıldır yeni bir dünya rejimi ile karşı karşıyayız. Bu yeni rejimi bir savaş rejimi olarak tariflemek mümkün. 1990’ların sonu ve 2000’lerin ilk on yılı, dünyada çatışmaların bitirilmeye çalışıldığı, neoliberalist dünya projesinin barışma yoluyla tesis edilebileceğine dair inancın kuvvetli olduğu yıllardı.

Bu proje farkları yok etmek değil, pazar için elverişli kılmayı amaçlıyordu. Farkları, çok-kültürlülük, çeşitlilik vs. adı altında pazarda alınır, satılır ve ifade edilebilir bir düzeye getirirken, bir yandan da asgari demokrasi yoluyla tüm ülkeleri ve bu ülkelerin devlet ve kapitalizm etkisi dışında kalmış çatışmalı marjinlerini, küresel ekonomiye dahil etmeye çalışıyordu. Elbette bu dönem aynı zamanda fonlar, yardımlar ve sosyal güvenlik yasalarının değişmesiyle, muhalif hareketlerin de ana akıma dahil edildiği bir dönemdi. Köylüler proterleştirildi, hareketler STK’laştı, yoksullar yardım kapılarına dizildi ve böylelikle herkes ortak olduğu düşünülen küresel alana/pazara dahil oldu. Bu düzende herkes insan hakları, gelişim, tolerans, geçmişle yüzleşme bir yandan; fonlar, hedef kitleler, çıktılar vs. öte yandan yeni bir dil konuşuyor, uluslararası aktörler neoliberal ekonomik ilişkiler ile liberal politik düzenin uyumu için çabalıyordu.

Özgürlük arayışı planlara sığmaz

Ancak insanların özgürlük arayışı elbette bu tür planlara sığmıyor. Asgari demokrasi, barışın konuşulabilir olması, toplumun STK’lar aracılığıyla ya da insan hakkı talebi çerçevesinde devlete veya hukuka talep oluşturarak da olsa yeniden hareketlenmesi kaçınılmazdı. Nitekim 2010 itibariyle dünyanın her yerinde çok çeşitli sebeplerle sokağa çıkan kitleler bambaşka özgürlük biçimleri icra ederek, neoliberalizmi kurumsallaştıracak şekilde işlevsel kılınmış liberalizmi aştılar. Her yerde devrimci fikirler, örgütlenmeler, sahneler oluştu. Ancak bunların nihayetinde küresel bir devrim gerçekleştirememeleri sonucunda, bugün toplumlar arasında savaş rejimi, toplum olmaya karşı da faşist rejimleri yaşıyoruz. Walter Benjamin’in on yıllar önce dediği gibi, “başarısız devrimler her zaman faşizmle karşılanır.”

Öcalan’ın farkı

2013-2015 döneminde Türkiye’de gerçekleşen çözüm sürecini de bu bağlamda okumakta fayda var. Türkiye, Kürtlerle barışarak ülkede sermayenin arzularına uygun bir ortam yaratma olarak özetleyebileceğimiz barış rejimine geç giren ülkelerden biri. Bundan da önemlisi Abdullah Öcalan, dünyada gerçekleşen süreçlerin kısıtlarını görerek, süreci diğer aktörlerden farklı olarak ne bir egemenlik paylaşımı ne de tasfiyeye sebep olacak bir çatışma çözüm süreci şeklinde ele aldı. Tam tersine baştan itibaren Öcalan, süreci halkların demokratik bir zeminde örgütlenerek güçlenebileceği ve mücadelelerini yeni bir seviyeye taşıyabilecekleri bir fırsat olarak değerlendirdi. HDK/HDP/DTK/DBP ve teklif ettiği dört konferans da bunun temelini oluşturacaktı. Üstelik yukarıda bahsettiğim sebeplerle bu dönem Türkiye’deki farklı kesimlerin de toplumsal hareketlenmelerinin ve özgürlük arzularının ivme aldığı bir dönemdi. Bu ivme ile Öcalan’ın çözüm haritası birbiriyle ilintili bir şekilde 2013-2015 arasında Türkiye’de milyonlara gerçek bir özgürlük duygusunu tattırdı. Ancak yine Öcalan’ın öngördüğü gibi bu özgürlükle başa çıkamayan devlet süreci bitirince, darbeler vs. ile dünyanın yeni savaş ve faşizm rejimleri içinde kendini yeniden konumlandırdı. Tabi burada iğneyi kendimize de batırmamız gerekir ama şu an bu konuya girmeye gerek yok.
Şimdiki süreç bambaşka bir konjonktürde gerçekleşiyor. Faşizm ve savaş rejimlerinin küresel anlamda kurumsallaştığı bu dönemde, Türkiye’deki süreci demokrasiye evirecek bir toplumsallık zemini yok denecek düzeyde ve neoliberalizmin yeni evresinde toplumsal bölünme ve çatışma iktidarın da en işine gelen şey.

Bu dönemden umut çıkartmak

Bu durumda bu süreci de başka türlü değerlendirmek gerekiyor. Bu süreçte devletle yapılan görüşmelerden kendiliğinden demokrasi çıkması bana kalırsa imkan dışı. Dünya rejimi şu anda hiç kimseden demokratik adım beklemiyor. Tam tersine iç cephede baskı, ultra milliyetçi ve güvenlikçi politikalar, sermayenin önündeki tüm engellerin her yöntem kullanılarak aşılması, yağma, fakirlerin ve genel olarak iktidarın önünde düren tüm toplumsal grupların imhası norm olmuş durumda. Türkiye’de farklı gelişmeler olması ancak toplumun sürece kendini dahil etmesi ve sahiplenmesi ile gerçekleşebilir.
Abdullah Öcalan böyle bir dönemden umut çıkartmayı başarıyor. Bana kalırsa Öcalan bu sürecin bir yandan Ortadoğu’da Kürt halkının güvenliğini sağlamasını amaçlıyor. Bir yandan da özgürlük hareketinin değişim içine girerek dünyanın yeni rejimi içindeki potansiyel aktörlüğünü arttıracağı bir formül oluşturuyor. Bu sebeple bizlerin de bu farklı sürece nasıl farklı bir şekilde destek vereceğimizi düşünmemiz, bekleme halinden çıkarak aktör olma yolları geliştirmemiz gerekiyor.