‘Öldüğümde kızımın yanına gömün beni’

- Türkan ARSLAN
830 views

ist-04042015baris-anneleri-aciklama

Onlar dertlerini, sevinçlerini, özlemlerini, umutlarını kimi zaman dağlara, kimi zaman taşlara kimi zaman ise toprağa anlattılar. Topraklarında rahat bir nefes alamadılar, evleri başlarına yıkıldı, köyleri yakıldı. İşkence ve baskılara maruz kaldılar, sürgün yollarına düştüler. Evet, coğrafyamızda yaşanan savaştan dolayı Kürt analarının yaşamları zorluk ve acıyla doludur. Ancak inançlıdırlar, hayata sımsıkı bağlıdırlar. Güçlerini tarihin izlerinden alırlar. Pes etmezler, inadına direnişler. Bilirler ki en ufacık bir teredüt onları çocuklarından uzaklaştırır. Bilirler ki umut her daim çocuklarına yakın olmak demektir. Bilirler ki çocuklarının verdikleri mücadele bir gün başarıya ulaşır. Onlar hayata çocuklarının gözlerinden bakarlar. Kimi zaman çocuklarının bir kemik parçasına bile razı olurlar. Öyle ya çoğu annenin çocuğunun ziyaret edecek bir mezar taşı bile yok. Kimi zaman gözyaşlarını gizli akıtırlar, kimi zaman sloganlarıyla çocuklarına olan özlemlerini dile getirirler. Hep gidenlerin yolunu gözlerler, belki bir gün döner diye.

Cemile Akgün de bu analardan biri. Yatılı okullarla başlamış, acılarla dolu hayat serüveni. Toprağında işkence ve baskıya maruz kalmış. Ardından sürgün yollarına düşmüş Cemile Ana. Sürgün yollarında kızı Faraşin’e ihanet ettiğini düşünmüş. Olur ya Faraşin gelir ve onları evde bulamaz. Ama bu zorlu bir yolculuktur, Cemile Ana’nın başka çaresi de yoktur. Evet, Cemile Ana’nın hayatını kendi dilinden dinleyip okuyalım.

Cemile Ana’nın nasıl bir geçmişi var. Eskilere gidersek kendinle ilgili neler belirtebilirsin? 

Ben Dersim’in Ovacık ilçesine bağlı Elqaji’nin Balikan mezrasında dünyaya geldim. 8 kardeşiz ve ailem yaşımı büyüterek beni okula gönderdi. O zaman yatılıya küçük çocukları, yataklara işerler diye almıyorlardı. Bu nedenle  yaşımı büyüterek Ovacık Bölge Yatılı Okulu’na gönderdiler. Bu sistemin bir uygulamasıydı ama o dönemler bu tür uygulamaları anlamıyorduk. Yatılı okuldayken sadece yaz tatilinde eve gidiyorduk. Üç ay köyde kalabiliyorduk. Bir de 15 tatilde gidiyorduk. Annemi çok özlüyordum, Ona çok düşkündüm. Yatılı okul bana çok ağır geliyordu. Bize şiddet uyguluyorlardı, her gün acılar içerisinde kalkıyorduk. Bu baskılar karşısında kendimizi savunduğumuzda bizi ‘şımarık’ diye adlandırırlardı. Ben bu baskı ve haksızlığa karşı direniyordum. Ancak aynı baskıları annem de babamdan görüyordu. Annem, babamın onu dövdüğünü hep gizlerdi.Ben kadınların yanında babamın annemi dövmesini gizlemiyor, konuşuyordum. Annemin adı Şirin’di. Ancak devlet bu isimi kabul etmemiş onun yerine annemin isimini nüfusa “Tatlı” olarak kaydetmişlerdi.

Yatılı okulda hemşireliği kazandım ama babam beni bu okula göndermedi. Okumayı çok istiyordum. Anadilimiz Zazaca’ydı ama konuşmuyorduk çünkü yasaktı. Zazaca konuştuğum için beni şikayet etmişlerdi. Kürtler çok acı çekti, devletin Dersim üzerindeki baskıları çok daha yoğundu. Ancak bizler ne bu baskılarının ne de yürütülen politikaların farkındaydık. Küçük yaşta yatılı okula alıyor ve köklerinden kopararak başka bir insan yaratmaya çalışıyorlardı.

Bir taraftan sağ-sol mücadelesi var, bunları da anlamakta zorlanıyoruz tabii. Bir gün okulda şiddet uygulanıyor diye isyan çıktı. Hakkı Doğan diye bir öğretmen vardı. Bize dedi ki, “Müfettişler geldi okula gidin yemekhanede bağırın yemekler az, kaşıklar paslı, yemekler yenilmiyor.” Ben de koştum sınıflara, sınıf başkanlarına sözüm geçiyor diye onlara söyledim. Böylece yaydık okula. Sonra yemekhaneye gittik bağırmaya başladık, “Yemekler yenmiyor, kaşıklar paslı.” Bu olaydan sonra okul müdürü öğrencileri sorgulamaya başladı. ‘Kim bu isyanı çıkardı’ diye bize baskı yapıyor.

Öğrenciler benim ismimi vermişlerdi. Sonra askerler geldi, beni yalnız bir odaya koyup sorguladılar. Biri sağımda biri solumda, “Kim bu isyanı çıkarmanı sana söyledi” diye ısrarla soruyorlar. Beni sürgünle tehdit ettiler. Direndim, öğretmenimin ismini vermedim ve öğrencilerin bana iftira attıklarını söyledim. Benim tek amacım öğretmenimi ele vermemekti. Öğretmenim yanıma geldi, “senin bu kadar dirençli olduğunu bilmiyordum” dedi. Okulu bu şekilde bitirdim, hemşirelik bölümünü kazanıp köye döndüm. Öğretmenim beni geçen seneye kadar hep aradı.

Köyde bir gün iki genç bizim eve geldi. İki gün bizde kaldılar. Sonra gençler giderlerken anneme sordum, bunlarda kim diye annem “Seni istemeye gelmişler” diyerek ağlıyordu. Yaşım çok küçük, ekmek pişirmesini, yemek yapmasını bilmiyorum. Evliliğin temelinde de bunlar var, annem benim zorlanacağımı biliyordu. Şahin ağanın yeğenleri olduğu için beni verdiler. Eşimden sürekli dayak yiyor azar işitiyordum. O zamanlar kadın bu durum karşısında sesini çıkaramazdı. Beş kızım bir oğlum oldu. Aslında ben çocukluğumu daha sonra şehit düşen kızım Faraşin’le yaşadım. Onunla birlikte bilye oynuyordum, yakan top oynuyordum, karda birlikte kayıyorduk. Çocuklarımı kendimce çok güzel büyütüm, okulda hep takdirname getiriyorlardı.

Mücadele ile çok erken tanıştık, İbrahim Kaypakkaya’nın şehit düşmesiyle sol örgütler daha da yayıldı. Eşimin yeğenleri Kawacı’lardandı. Onlarla aynı yaştaydık, o nedenle iletişim kurabiliyorduk. Bende Kawacı’ydım. Erkeklerle daha çok anlaşıyordum. ” Erkeklerle oynama ayıp” diyorlardı. Cins ayrımını yapacak yaşta değildik. Kawacı’larla birlikte sol örgütler toplantı yapar tartışmalar yürürürlerdi. Ben mücadeleyi falan bilmiyordum. Kaynanam geceleri sabahlara kadar 38 Dersim katliamını ağlayarak anlatırdı. Annemde bu katliamı ağlayarak anlatırdı, nineler derin acılar çekerek bu katliamı anlatırlardı. Onun dışında herhangi bir belge, gazete, dergi yoktu, varsa da bize ulaşmıyordu, bu nedenle bilmiyordum.

Kaynanamın ilk eşi, eşimin amcasıydı. Eşimin ailesinden yani dedesini, amcalarını, kaynanamın ilk eşini ve evin bütün erkeklerini (27 kişiyi) öldürüyorlar. Erkeklerden sadece üç kişi kurtuluyor. Kaynanam çok güzel bir kadındı, Afyon’da Türkler almasın diye kayınbirader ile yani eşimin babasıyla evlendiriyorlar. Eşimin ailesinde kalanları da Afyon’a sürgün ediyorlar. Aç susuz kalmışlar, bitlenmişler, dil bilmiyorlar. Kaynanam komşusundan yemek istemeye gitmiş kovmuşlar. “Buradan git yoksa askerler gelip bizi öldürür” diye azarlamışlar. Kaynanam bu sürgünü anlatırken ağlıyordu. Ben sürgün olmanın bu kadar acı olduğunu bilmiyordum, ta ki kendim sürgün yollarına düşene kadar.

ist-260413-baris-anneleri-cemile-akgun

Dersim’de devletin baskıları her zaman yoğun olmuştur. Size bunlar nasıl yansıdı? Ve Faraşin’in gerilla saflarına katılımı var. Cemile Ana, sözü tekrar sana bırakıyoruz. 

1990 yılında büyük kızım, ilk göz ağrım Faraşin gerillaya katıldı. Kızım küçüktü, 15-16 yaşındaydı. Faraşin benim ilk çocuğumdu ve evin en büyük kızıydı. Evimizi sürekli askerler basardı, eşimi dipçikleyerek döver, itip kakarak gözaltına alırlardı. Faraşin bu durumdan çok etkilenmişti. Eşimin erkek kardeşleri olmadığı için görüşüne kaynanam ve Faraşin ile birlikte giderdik. Faraşin o dönemler ilkokula gidiyordu ve bu durum ona ağır geliyordu. Bir gün babasının görüşüne gidiyor ve ağlıyor. Babası “neden ağlıyorsun” diye sorunca “annem dövdü o nedenle ağlıyorum” diyor. Bunun üzerine eşim bana mektup yolladı. Mektubunda çocuklara karışmamamı özellikle Faraşin’e iyi davranmamı ve dövmememi yazmıştı. Mektubu Faraşin’e verdim “Oku” dedim, okuduktan sonra “Neden böyle bir şey söyledin, ben sana vurmadığım halde” dedim. Bana “Anne, babamın arkadaşları ordaydı ağlayınca utandım, benim zayıf olduğumu düşünmesinler diye öyle dedim” diye ifade etti. Yalan söylediği için bir hafta Faraşin’le konuşmamıştım. En büyük destekçimdi. Yaşı küçüktü ama yoldaşım ve en büyük destekçimdi. Hem babasının ziyaretine gidiyor hem evde bana yardımcı oluyordu.

Gerillaya katılmayı aslında babasının görüşüne gittiğinde kararlaştırmış. Ben gerillaya katılacağım diyor. Babası da “Kızım şu an ben cezaevindeyim annene destek çık, büyüyünce gidersin” diyor. Onun gerillaya gidebileceğini hiç düşünmemiştim. 1990 yılının ilkbaharında Faraşin okuldan gelmişti. Hozat’ta okuyordu, köyü özlüyordu. Gideceği gün “ormanlıkta ağacın altında oturalım mı” dedi. Gittik bir ağacın altında oturduk. Ormanlığın altı çok derin ve korkunçtu; yılanlar, yırtıcı hayvanlar var diye ben çok korkardım. O, benim korktuğumu biliyordu. “Anne ben gerillaya gidersem ne olacak” dedi. Ben de “Yok kızım ormanda yılanlar var, gece korkarsın, çok küçüksün büyü gidersin” dedim. Anlamamışım gideceğini.

O gün akşamı gitti. Titiz bir kızdı, başkasının evinde yemek yiyemezdi, yıllarca aç kalsa bile yemezdi. Hep O’nu düşünürdüm. Gittiği günden sonra hiç arayıp sormadı sesini bile duymadım. Genç kız olduğunu görmek isterdim. Sesini duymak isterdim. Kod adını Faraşin koymuş diye duydum. Faraşin’in anlamını araştırmaya başladım, merak ediyordum. Onunla ilgili bir şeyler bilmeyi çok istiyordum. Nerede bir gerilla kitabı varsa bulup okuyordum. Yeter ki onunla ilgili bir şeyler öğreneyim, bana yeterdi. Sordum, soruşturdum. Gurbetelli Ersöz’ün kitabında ismi geçiyordu. Kızımdan bahsetmiş. Daha sonra Faraşin’in, Van bölgesinde bir yayla olduğunu ama Faraşin’in oraya hiç gitmediğini duydum. 1997 Güney savaşında -peşmergelerle girdikleri çatışmada- Kure Jahro mıntıkası dedikleri yerde suikast silahıyla tek bir kurşunla şehit düşmüş. Bana en çok da bu acı veriyor. Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’da kardeşin kardeşi vurması çok zoruma gidiyor.

1985 yılında eşim cezaevine girdi ve 1,5 yıl cezaevinde kaldı. Biz de böylece terörist damgası yemiş olduk. Eşimi gerillaya ekmek veriyor diye cezaevine koydular. Aslında her Kürt onlar için potansiyel teröristtir. Bizi Hozat’a sürgün ettiler.

1994 yılı en acı yılım oldu. Göç yollarında Kürdistan’ın her yerinde dumanlar yükseliyordu. Bir dağın ardında ve kimsenin bilmediği bir köyde dumanlar yükseliyordu. Ormanlar yakılıyordu. Birinci Dünya Savaşı da böyleydi. İnsanları evlerinden alıyorlardı ve bir daha bu insanlar geri dönmüyordu. Benim eşimi de aldıklarından ve geri dönmediği için herkes faili meçhul cinayete kurban gitti diyordu. Fakat eşim bir süre sonra geri geldi. Askerler insanların gözlerini kasaturayla oyuyorlardı. İnsanları ormanlarda ağaçlara bağlayıp bırakıyorlardı. Bir aile vardı, hiç unutmuyorum. Baba ve oğlunu askerler alıp götürdüler. Çocuğun babasını gözleri önünde katlediyorlar. Çocuğa da üç gün işkence yaptıktan sonra ormana götürüp ağaca bağlıyorlar. Askerlerden biri çocuğun ellerini gizlice çözüp diğer askerler gittikten sonra kaçmasını söylüyor. Çocuk saatlerce askerlerin gitmesini bekliyor, sonra bayılıyor. Uyandığında askerler gitmiştir ve köye doğru yürümeye başlıyor. Köye yürürken bir ayıyla karşılaşıyor, ayı askerler tarafından öldürülmüş bir atı yiyormuş, çocuğu görünce kovalamaya başlamış. Çocuk bir söğüt ağacına çıkmış ve ayının gitmesini beklemiş saatlerce. Sonra köye varıyor. Bu çocuk yaşadıklarının etkisiyle bir yıl boyunca konuşamadı.

İstanbul’a gitmek üzere yola çıktım Hozat’tan. İnsanlar tıklım tıklım ahırlarda, araba garajlarında perişan, aç, susuz, hasta, yardım eli uzatacak kimse yok. İnanılmaz bir halde herkes. Malatya’ya vardığımda sürgün olmanın ne demek olduğunu anladım. Nereye gidiyorsun diye soruyordum kendime, her taşında dedelerimin emeği olan köyümü, yurdumu, bir parçamı Faraşin’imi dağlarda bırakıp nereye gidiyordum. Faraşin’e ihanet ettiğimi düşünüyordum. Daha sonra etrafıma bakıyordum, herkes benim gibi düşmüş yollara, herkes canını kurtarma derdinde. Eşimi İstanbul’a giden bir cenaze ile birlikte gizlice yolladık. Malatya’dan İstanbul’a yol alıyorduk. Otobüste insanlar suskun, üzgün, kimse konuşmuyor ve dokunsan herkes ağlayacak. Ben dayanamayıp ağlamaya başladım, bana otobüste bulunan tüm kadınlar eşlik etti. Can pazarıydı, herkes bir yerlere kaçıyordu.

‘Ağlayamıyordum, bağıramıyordum, yas tutamıyordum’

İstanbul’a vardık eşimi beni gelip alması için aradım. “Param yok sizi almaya gelemiyorum” dedi. Hayvanlarımızı sattığım için benim üzerimde biraz para kalmıştı. Olan paramızı da yola verdik. Bir gün boyunca ekmek alamadık, aç yattık. Çocuklar babalarını üzmemek için “biz tokuz baba” diyorlardı. Bu durum beni ve eşimi çok zorluyordu. Bir gün pazara gittim ve baktım HADEP tabelası var. O an sanki bütün acılarımı unuttum, bütün dünya benim olmuştu. Ertesi gün HADEP’e gittim. İki ana oturmuş siyaset tartışıyorlar. Evet annelik budur, mücadele demektir dedim. O günden sonra hep çalışmalarda yer aldım. Eşimden gizli HADEP’e gidiyordum. Bir gün HADEP’e giderken eşim beni gördü ve çok kızdı. “Oraya gitmeyeceksin” dedi.  Ben karşı çıktım, gideceğim dedim. Eşim “Ya biz ya parti” dedi. Bende “Parti” dedim.

Bir gün çocuklarım, eşim ve beni ailece gözaltına aldılar, Vatan karakoluna götürdüler. Eşimin yanında bana sarkıntılık yaptılar. Küçük kızım hücrede ağlıyor, “yanıma gel anne diyor.” Üç gün bize işkence yaptılar, sonra bıraktılar. Bana “On beş gündür seni izliyoruz” dediler. Sürgünde ne ekonomik zorluklar ne de devlet baskısı seni rahat bırakmıyor.

Kızımın gerillaya katıldığını kimseye söyleyemiyorum. Özlemi o kadar baskın geliyor ki, kimlik adı olan Esengül adını çevremdekilere söylemeye başladım. Üzüntümüzü paylaşmak bile yasaktı, korkuyorduk. Rüyalar görüyordum. Faraşin bir kayalıkta yaralıdır, zifri bir karanlık var, şimşekler çakıyor, ben onu arıyorum, bulamıyorum, bağırıyorum, “kızım neredesin ses ver, gelip seni alayım…”

Faraşin’i rüyamda gördüğüm gün bana bir akrabamızdan telefon geldi. “Köye gittim senin bir emanetin var” dediler. Hem seviniyorum hem de içimde garip bir üzüntü var. Gittik bir resim verdi. “Al işte sana fotoğrafını yollamış” dedi. Fotoğrafın arkasına baktım, bir şeyler yazılı mı diye. Sadece ‘Şehit Faraşin’ yazılıydı. Hemen dışarı koşmuşum, Zeytinburnu mezarlıklığından gelip beni aldılar. “Burası köy değil sen ne yapıyorsun” dediler. Eşim beni eve götürdü. “Ne olur ağlama komşular durumumuzu anlamasın” diyordu. Ağlayamıyordum, bağıramıyordum, yas tutamıyordum, evde sessiz ağlıyordum. Çocuklar işten geldi, “Anne ne oldu” diye sordular. “Faraşin şehit düşmüş” dedim. Herkes olduğu yerde çöküp kaldı. Ağlamak, derdimizi anlatmak, yas tutmak, bağırmak yasak… Köyde olsak çıkar ağlardık, bağırırdık. Komşulara anlatırdık olmasa dağa taşa anlatırdık. İşte sürgünde olmak, yasaklar demektir. Faraşin’in mezarını bulamadım. 1997 yılında şehit düşmüş ama ben 1998 yılında şahadetini öğrendim. Kızımın bir mezarı bile yok, yıllardır arıyorum bir kemiği bile olsa getirmek istiyorum. Öldüğümde onun yanına gömülmek istiyorum.

Biraz da barış analarından bahsedelim. Bize biraz çalışmalarınızı anlatabilir misiniz?

2003’te Barış Anneleri İnsiyatifi’nde yer almaya başladım. Bizler belki kaybettiklerimizi geri getiremeyiz ama gençlerin daha fazla hayatlarını kaybetmemesi için, hiçbir ananın evlat acısını yaşamaması için mücadele ediyoruz. Kürt halkının, Kürt gençlerinin acı çekmesini istemiyorum. Benim kızımı vuranın bile acı görmesini istemiyorum. Belki de benim acılarım diğer anaların acıları yanında çok az. İşte biz bu ağır acıları ortaklaştırdık. Kürt olmanın bedelini, dilinden, kültüründen uzak kalmanın bedelini ödedik, ödemeye de devam ediyoruz. Onurlu bir mücadele yürütüyoruz, herkes artık Kürtlerin haklılığını gördü.

Biz sadece benim çocuğum şehit düşmüş diye yaklaşmıyoruz. Çocuklarımız şehit düştüğünde yanında yoldaşları vardı. Belki bizden daha çok onlar üzüldü. Şehit olan bütün çocukları kendi çocuğumuz gibi görüyoruz ve evladımızdan ayırt edemiyoruz, bu nedenle şehit annesi olmak çok ağır.

Savaşın zorluklarını anlattım ama barış, savaştan daha zordur. Sonuçta biz anneyiz ve anne olmak evrensel bir şeydir. Bir anne çocuğunu doğurduğunda insan olarak doğuruyor; dil, ten, din ayrımı yapmıyor. Biz insanlık mücadelesi veriyoruz. Anne olmak zaten ağır bir yük, bir de buna mücadeleyi de katarsanız yüzükümüz daha da ağırlaşıyor. Diyorsun ki, “bu kadar ağır bedeller verdim, bir başkası bu acıları çekmesin.” Bir anne daha evlat acısı çekmesin diye çaba harcıyoruz. Biz sadece Kürt halkının değil, Türk halkıyla birlikte bütün hakların acı çekmemesi için mücadele ediyoruz. Evet ülkede barış anası olmak zor. Hakaretlere uğradık, darp edildik, barışın simgesi olan beyaz tülbentlerimizi yırttılar, ama biz inançlıyız. Bu ülkeye barışın gelmesi için bedel ödemekse ödemişiz, bir canımız var, oda feda olsun.