Doğa ile dost muyuz?

- Hêlîn ASİ
406 views

Şu günlerde dünya çapında başta gençler olmak üzere binlerce insan kapitalist hükümetlerin iklim değişikliği konusundaki hareketsizliğini protesto etmek icin sokaklarda. “Fridays for future” sloganı altında dünyanın her yerinde grevler ve eylemler yapılıyor. Özellikle son yıllarda insanların yarattığı karbondioksit emisyonu ile ilgili korkunç istatistikler ve prognozlar dolayısıyla iklim sorunu sosyal, siyasi ve ekonomik düzeyde en acil sorulardan biri olarak durmakta. Bir yandan tabii ki her bireyin de sorumluluğuna dikkat çekmek önemli, fakat sadece bireysel yaşam tarzlarını eleştirmek yeterli değildir. Aslında en başta bu yaşam tarzlarının ardında olan siyasi, ideolojik ve ekonomik bağlantıları çözümlemek gerekir. İklim değişikliğini kapitalist sistemden bağımsız tutmak ve öylece politik niteliğini yok etmek günümüzdeki mücadeleler için yanıltıcıdır. Bu anlamda ekoloji, “çevreyi korumaktan” daha öte bir anlam taşır. Ekoloji içe işleyen sosyal bir devrimi yaratmalıdır, bildiğimiz insan-doğa ve insan-toplum arasındaki ilişkileri yeniden düşünmeli ve tanımlamalıdır.

İklim değişikliği nedir?

İklim değişikliği nedir, etkileri nelerdir? İklim değişikliği; karbondioksit veya metan gibi sera gazları emisyonlarından dolayı ortaya çıkan dünyanın ortalama ısısında bir yükselişi, yani küresel bir ısınmayı ifade eder. Bu gazlar doğal olarak yeryüzü atmosferinde bulunur, fakat bu gazların gittikçe çoğalmasıyla birlikte yeryüzü atmosferi, dünyadaki sıcaklığı absorbe eden bir çatı haline gelir. Bu nedenle sera etkisinden bahsedilmektedir. Bu gazların çoğu özellikle insanların en çok kullandığı enerji kaynağı olan fosil yakıt maddelerden dolayı bırakılıyor. Yemek pişirmek, sobayı veya kaloriferi yakmak, telefonu şarj etmek, sıcak su ile yıkanmak, araba kullanmak gibi günlük hayatımızda olan birçok şey temel olarak petrol veya kömür gibi fosil yakıtlar olmadan olmuyor. Özellikle kapitalist-tüketici ekonomik sistemin bu fosil enerjilere ihtiyacı var. Neredeyse tüm endüstriyel imal edilmiş ürünler fosil yakıtlar üretiliyor. Bu sebeplerden dolayı önümüze çıkan küresel ısınma her tarafın daha sıcak olması anlamına gelmiyor. İklim değişikliğinin etkileri çok daha kompleks ve dünyanın her bölgesini farklı bir şekilde etkiler. Bazı yerlerde sıcak dalgalar, başka yerlerde nem,  aşırı yağış, veyahut kuraklık olarak yansır. Sahil bölgelerinde yaşayan insanları etkileyen doğal felaketler daha çok görülecek. Ayrıca birçok hayvan ve bitki türleri ve onların doğal yaşam alanları da tehlikede. Onların birçoğu iklim değişikliğine adapte olamayacak. Velhasıl, kapitalist sistem doğayı tüm prognozlar ve tehlikelere rağmen sınırsızca sömürmeye ve sadece insanların değil tüm hayvanların ve bitkilerin yaşam temelini mahvetmeye devam etmekte. Bu kapsamda göze çarpan gerçek, iklim değişikliğine en az derecede neden olan ve değişikliğe adapte olmak için en az imkanı olan bölgelerin bunlardan en çok etkilenmesi. Bu arada endüstrileşmiş kapitalist devletler hiçbir ciddi adım atmadıkları ve emisyonların çoğuna neden olmalarına rağmen, “iklim değişikliği için en hazırlıklı” ülkeler diye övünmekte.

Kapitalizm, işçilerin, kadınların ve doğanın sırtından gelişti

Kapitalist ekonomik sistem, piyasanın daha saçma ve gereksiz olan yeni ürünleri yaratması için dünyayı ve onun varlıklarını sınırsızca sömürmeye dayanıyor. Ancak bu üretim fazlası toplumun temel ihtiyaçlarını gidermek veya insanlığın yaşam kalitesini iyileştirmek için yaratılmıyor. Aksine, bu sistem sadece işçilerin ve kadınların sömürülmesine dayanarak ve Avrupa tarafından doğal kaynakları 15. yüzyıldan beri yağmalanmış, sözde “az gelişmiş ülkelere” karşı aşırı bir insafsızlık temelinde gerçekleşebildi. Kapitalizm, büyük ölçüde kolonilerin, işçilerin, kadınların ve doğanın sırtından gelişti. Tarihe dönüp baktığımızda, evvelden holizm diye bilinen bütüncü dünya görüşü baskındı. Bu görüşlere göre, doğa ve dünya canlı ve bağlantılı bir organizmaydı. Bunun karşısında kapitalist sistem, insan ve doğa arasında baskıcı bir ilişki yaratarak doğayı ölü ve yaltak diye tanımladı. 16. yüzyılında, bilim insanları modern bilimin görevini “doğayı zapt etmek” diye tarif etmeye başladı. Doğa, evvelden bütüncül olarak görülürken, artık “öteki” olarak tanımlanmış, kontrol edilmesi gereken ölü ve akılsız bir nesne olmuştu. Bu fikre göre insan doğayı istediği gibi sömürüp hizmetine koyabilir. Günümüzdeki ekonomik sistem bu anlayış üzerinden yükseldi. Eğer bugün yaşam temelimizi ve geleceğimizi korumak için örgütlenmek istiyorsak, en başta da doğayı “öteki”leştiren anlayıştan vazgeçmek gerekir. Neticede, kapitalizmden kopmak demektir. Günümüzde kapitalizm hepimizin her an ve her yerde etrafında bulunur. Tamamen bu sebepten, dürüst ve candan bir mücadele ile alternatifini derhal yaratarak bağımsız ve özgür bir yaşamı inşa etmek önemli.

“Ahlaksal ve ekolojik tüketim”

Kapitalizmin yanıltıları nedir? Örneğin, son yıllarda insanların artan çevreci bilinci hem siyasette hem ekonomide büyük baskılar yarattı. Birçok şirket bunun farkında olarak piyasaya sözde daha ekolojik olan ve tüketicinin vicdanını rahatlatmayı amaçlayan yeni ürünleri getiriyor. Ambalajların vegan veya organik yetiştirilmiş diye etiketlenmesi şirketin sözde çevre bilincini göstermekte. Aynı zamanda, tüketiciler de kendilerini öylece garantiye aldıklarını sanıyorlar. Kuşkusuz vegan ve vejetaryen beslenme tarzları hoş karşılanmalı, özellikle hayvanların aşırı bir işkenceye neden olan ve aynı zamanda sera gazı emisyonlarının altıda birini yaratan toplu hayvancılık dolayısında. Fakat meselenin kökü olan doğaya karşı baskıcı ilişki sabit kaldığı halde, vegan bir beslenme tarzı bile pek devrimci ve anlamlı bir girişim değildir. Son yıllarda yeni moda halini alan veganlık birçok şirket  tarafından kullanılmakta. Özünde ise bu şirketlerin çok azı ekolojik prensipleri esas almakta. Tüketicileri sırf “ahlaksal ve ekolojik tüketim” yalanına inandırmak için çırpınmakta. Ancak şu sözde “ahlaksal tüketim” en az üç tuzak barındırmakta. Birincisi; hiçbir zaman işçilerin sömürülmemesinden emin olunamaz; ikincisi, keza hiçbir zaman doğanın sömürülmemesinden emin olunamaz; üçüncüsü, toplumdaki aşırı tüketimcilik ve açgözlülük sorguya çekilmiyor.

Burada doğayı cansız ve parçalanmış bir şey olarak gören tavıra geri dönebilir ve şu sonuca varabiliriz: Hakim sistemin verdiği çerçevede kalmak istediğimiz sürece, mücadelemiz de hep parçalı kalacaktır. Yeni bir insan-doğa ilişkisi temelinde bütünsel bir mücadeleyi vermek, insanların doğanın bir parçası olarak gören bir anlayışı geliştirmek esastır. Özellikle büyük şehirlerde doğayı dışsal görmek diye bir gerçeklik vardır.

Doğadan kopuk yaşıyoruz

Bir ormana, bir parka, bir nehire ya da deniz kenarına gittiğimizde o zaman doğadan ne denli koptuğumuzu anlıyoruz. Mesela bir ormana gittiğimizde, hangi mantarların veya bitkilerin yenilebilir olduğunu bilmiyoruz. Ağaçların yer altında birbiriyle nasıl iletişim kurduklarını bilmiyoruz. Burada hangi kuşların, böceklerin ve hayvanların yaşadığını ve onlarla karşılaştığımız takdirde nasıl davranmamız gerektiğini bilmiyoruz. Bütün bunları bilmek bilimsel bir ayrıcalık haline gelmiş, bilim de bunları çoğu zaman doğanın aleyhine kullanıyor. Özcesi, toplumda doğayı ve kendilerini ilgilendiren temel olan bilgiler eksik. Örneğin kadınlar yüzyıllardan beri kendi bedenleri ve cinsiyetleri ile ilgili bilgileri gittikçe yitirmiş. Hem ataerkil sistemin etkilerinden dolayı hem de genel olarak toplumun kendisinden yabancılaşmasından dolayı. Birçok yetişkin insan bile doğa ve insanla ilgili şaşırtıcı biçimde eksik ve yanlış bilgiye sahip. Ortada toplumsal bir bilim, paylaşım sistemi olmadığı için, bu bilgileri sürekli gidip başka yerden araştırmaya mecbur kalıyoruz. Fakat bu bilgiler toplumda olmayınca, toplum hep bağımlı, eğik bir durumda kalır.

Özerk bir toplumda yaşam için lazım olan bilgiler toplumun elinde ve kolektif olmalı. Gereken pratik imkanlara ve birikime sahip olan bir toplum kendisini korumak ve beslemek durumunda olan bir toplumdur. Öz-yeterlilik ve köklü demokrasi üzerinde kurulmuş bir toplum doğayı egemen elitlere ve zenginlere bırakmayan ve sömürmeyen, doğaya saygı duyan bir yaşama yol açar. Ekolojik aktivizmin kökünde dünyaya, dünyanın varlıklarına, suyuna, toprağına, havasına saygı duyan bir ilişki vardır; doğal kaynaklarımıza saygı duyan bir ilişki. Pratikte bu doğayı mahveden ve sömüren kapitalizme karşı savaşmak ve dünyanın farklı toplumlarını özerk bir yaşama doğru götüren bir alternatifi yaratmak demektir.