Direnişin zaferini mümkün kılmak

- Ronahî SERXWEBÛN
335 views
Özgürlük mücadelemizin tarihi bir yönüyle de açlık grevleri ve ölüm oruçları biçiminde somutlaşan protesto eylemleri tarihidir. 12 Eylül faşizmi döneminde başlayan bu eylemler kırk yılı aşkın bir zaman diliminde mücadelemizin önemli dönemeçlerine de damga vurarak günümüze kadar sayısız kez gerçekleştirilmiştir. Günümüzde bir kez daha Türkiye ve Kürdistan cezaevleri ile Mexmûr ve Lavrio kamplarında açlık grevi eylemliliği yaşanmaktadır.

Dinsel motiflerle, bir inancın adanmış savunucularının nefslerini terbiye etmek, kişiliklerini güçlendirmek ve bağlılıklarını göstermek amacıyla baş vurdukları kendini aç bırakma eylemi zamanla insanların çeşitli amaçlarına dikkat çekmek, seslerini muhataplarına duyurmak ve taleplerinin yerine getirilmesini sağlamak için başvurdukları bir eylem türüne dönüşmüştür. Siyasi motiflerle başvurulan bu eylem türünün en belirgin ilk örnekleri süfrajetlerin İngiliz hapishanelerinde kendilerini göz altına alan, tutuklayan, kötü muamele eden sistem bekçilerine karşı giriştikleri ve daha ilk günlerinde sonuç almaya başladıkları açlık grevi eylemleridir. İnsanın açlığa ne kadar dayanabileceği konusunda tecrübe eksikliği nedeniyle daha açlık grevinin üçüncü günü dize gelen egemenin yerini zamanla bu dayanıklılığın sınırlarını tanıdıkça eyleme gözünü ve kulağını kapatan, ancak ölümler sıralandığında ve kamuoyu tepkileri yükseldiğinde harekete geçen egemenlik almıştır.

Sömürgecilere diz çöktürdüler

Kürdistan özgürlük mücadelesinin tarihine açlık grevleri ve ölüm oruçları Diyarbakır Zindan direnişi ile girmiştir. 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntasının Kürdistan özgürlük mücadelesini bitirmek için pilot bölge olarak seçtiği yerdi Diyarbakır Zindanı. Özgürlük mücadelesinin çoğu öncü kadrosunun tutuklanıp hapsedildiği ve eşi benzeri görülmemiş işkenceler altında teslimiyete zorlandığı, onların şahsında özgürlük mücadelesinin daha başlangıcında mezara gömülmek istendiği bir cehennemdi. Faşist cuntanın tüm toplumun üzerinden buldozer gibi geçtiği, devrimci hareketlerin büyük kayıplar verdiği bu ölüm kalım yıllarında devrimci mücadelenin ve özgürlük mücadelesinin kaderini zindanlardaki kırılmaz irade belirledi. Akıl almaz işkencelere, seslerinin dört duvar arasında gömülme çabalarına ve mücadelenin mezarı haline getirilmeleri isteğine karşın bedenlerini ölüme yatırarak cevap veren, sömürgecilerin teslim almada güvendikleri en güçlü silahları ölüm tehdidini böylece onların ellerinden alan bir avuç insan Türkiye ve Kürdistan halklarının kaderini değiştirdi. Diyarbakır Zindanında sömürgecilerin işkencelerine, teslimiyet dayatmalarına ve siyasi savunma haklarının ellerinden alınmasına karşı 14 Temmuz 1982’de Büyük Ölüm Orucu eylemini başlatan ve bu eylemde şehit düşen Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş, Akif  Yılmaz ve Ali Çiçek yoldaşlar sömürgecilere diz çöktürdüler. Savunma haklarını elde ederek özgürlük mücadelesini tarihe yazdıkları gibi, direnerek kazanma kültürünü ve paslanmaz bir zafer silahını ardıllarına kazandırdılar. O günden bugüne açlık grevi ve ölüm orucu eylemi Kürdistan devrimcilerinin sıkça başvurdukları bir mücadele yöntemi haline geldi. Zindanlarda, yurt içinde ve yurt dışında sayısız açlık grevi ve ölüm orucu eylemi gerçekleştirildi bugüne kadar. En temel insan hakları ayaklar altına alınan, özgürlükleri ve hakları gaspedilen, adaletsizliğe maruz kalan insanlar topluca veya tek tek bu eyleme başvurarak zulmü, gaspı, işkenceyi, haksızlığı durdurmaya çalıştılar. Sessizliğin duvarlarını ancak bedenlerini ölüme ya da açlığa yatırarak kırabileceklerine, vicdanları ancak böylelikle harekete geçirebileceklerine inandıkları zamanlarda açlığa ve ölüme yatmaktan çekinmediler. Şehit düşenler de oldu bu yolda, bedenlerinde kalıcı hasarlar oluşanlar da. Onursuzluğa yeğ tuttular bedensel kayıpları ve bu mücadele silahını gerekliliğine her inandıklarında kullanmaktan kaçınmadılar. Taleplerine kavuştukları da oldu, seslerinin zulmün sağır duvarlarına çarpıp direnmenin onuru dışında somut kazanımlar elde edemeden yerini yeniden haykırmak üzere bir soluklanmaya bıraktığı da.

Meşale isyan yangınına dönüştü

Açlık grevleri ve ölüm oruçları en çok da cezaevlerinde başvurulan bir eylem biçimi olageldi. Direnmek için bedenleri ve iradelerinden başka bir silahları olmadığı için sıklıkla açlığa ve ölüme yattı tutsaklar. Ve çoğunlukla dışarıda da seslerine katılan sesler oldu. Baskı ve zulümde 12 Eylül faşizminden geri kalmayan Erdoğan diktatörlüğü ve Erdoğan-Bahçeli faşizmi altında neredeyse periyodik olarak başvurulmakta bu eylemlere. Rêber Öcalan’ın uluslararası komployla İmralı zindanına konulduğu 1999 yılından bu yana Kürt halkı zindanlarda ve dışarıda önderliğine sahip çıkmak için sürekli eylem halinde oldu. 12 Eylül faşizmi nasıl ki o dönemde tutsak aldığı özgürlük mücadelesi önder kadrolarının şahsında Kürdistan özgürlük mücadelesini bir daha doğmamak üzere mezara gömmeyi amaçlayıp insanlık dışı her türlü işkence, zulüm ve tecritle ihaneti dayatarak sonuç almayı hedeflediyse bugün de sömürgeci faşist iktidar Rêber Öcalan  şahsında bütün bir topluma tecrit uygulayarak, fiziki ve psikolojik işkenceleri ayyuka çıkararak, işgal ve katliamlarla direniş iradesini kırarak aynı sonuca ulaşmanın hayalini kurmaktadır. 12 Eylül faşizmi Diyarbakır Zindanlarındaki vahşetiyle insanlığın yüzkarası olarak akıl almaz yöntemler uygulayıp Kürdistan özgürlük mücadelesinin henüz yeni olması, uluslararası destekten yoksun olması, dehşet salarak insanlara diz çöktürebileceği inancı ve uluslararası egemen güçlerden aldığı desteğe güvenerek sonuca ulaşabileceğinden emin görünüyordu. Ama bir avuç insan ölümün üzerine korkusuzca yürüyerek ona diz çöktürmeyi başardı ve özgürlük mücadelesinin günden güne büyümesinin yolunu açtı. Onların yaktığı direniş meşalesi elden ele geçerek bugün bir direniş ve isyan yangınına dönüşmüştür. Erdoğan-Bahçeli faşizmi bugün Kenan Evren’in gördüğü aynı beyhude rüyanın peşinden koşarak, Kürdistan halk önderi üzerindeki katı tecriti tüm cezaevlerine ve topluma yayıp, zindanlarda 12 Eylül faşizminden geri kalmayan bir vahşet uygulayarak, teknolojinin gücüne güvenip gerilla mücadelesini ezebileceğini umarak, iç ve dış yardakçılarının desteğiyle Kürdistan topraklarını işgale girişip Kürdistan özgürlük mücadelesini bastırmayı amaçlamaktadır. Ancak 12 Eylül faşizminin bugüne kıyasla sahip olduğu onca avantaja rağmen, bir avuç inançlı ve adanmış öncü devrimci karşısında aldığı yenilginin daha büyüğünü sömürgeci faşizme yaşatmak; Türkiye ve Kürdistan halklarının demokrasi ve özgürlük taleplerine cevap olmak mümkündür ve bunun yolu Diyarbakır Zindan direnişi ruhunu kitleselleştirmekten geçmektedir.

Cezaevleri toplama kampına dönüştürüldü

Sömürgeci faşizm Rêber Öcalan’ı  İmralı Adası’na hapsedip örgütünden ve halkından izole ederek direnme ruhunu kırabileceğini, mücadeleyi tasfiye edebileceğini hesaplıyordu. Ancak 22 yıla varan esareti süresince Rêber Öcalan Kürdistan halkı ve öncü örgütünü ideolojik ve moral açıdan beslemeye, motive etmeye devam etti. Üstelik bunu katı tecrit koşullarına rağmen başardı. AKP rejimi son yıllarda bu tecriti daha da ağırlaştırarak özgürlük mücadelesini tasfiye saldırılarını yoğunlaştırdı. İmza attığı uluslararası anlaşmaları ayaklar altına alarak, tecrite karşı ulusal ve uluslararası alanda yükselen tepkilere kulaklarını kapatarak, her türlü insani ve yasal hakkı çiğneyerek İmralı tecritini katmerleştiren AKP-MHP faşizmi İmralı rejimini tüm cezaevlerine ve Türkiye halklarına yayarak devrimci tutsakları ve toplumu teslim alma çabasını yoğunlaştırmaktadır. Bugün Türkiye ve Kürdistan’daki cezaevleri birer toplama kampına dönüştürülmüş, 12 Eylül faşizmi uygulamalarını kat kat aşan işkence ve zulümlere sahne olmaktadır. Pandemi de bahane edilerek tutsakların sağlık, iletişim, adil yargılanma, zorunlu ihtiyaçlarını karşılama gibi hakları gaspedilmekte; işkence ve cezai uygulamalarla iradeleri kırılarak diz çöktürülmeye çalışılmakta; ağır hasta veya çok yaşlı olsalar da zindanlarda ölmeleri beklenmekte, direnişleri disiplin cezaları, infaz yakmalar, işkenceler ve izole edilmekle kırılmaya çalışılmakta, cezalandırılmaktadır.

Tecrit savaş konseptini besleyen zemindir

İmralı zindanında ağır tecrit altına alınarak her türlü iletişim hakkından yoksun bırakılan Rêber Öcalan üzerindeki katı tecrit sisteminin kaldırılması, diğer cezaevlerine de taşırılan bu sistem altında tutsakların her türlü haklarının gaspedilerek ağır işkence koşullarına ve hak ihlallerine maruz bırakılmalarına karşı Kürdistan ve Türkiye’deki 107 cezaevinde onbinlerce PKK ve PAJK’lı tutsak süresiz-dönüşümlü açlık grevi eyleminde bulunmaktadır. 27 Kasım 2020’de, Rêber Öcalan’ın özgürlüğünü hedefleyen “Zamanı Geldi” kampanyası çerçevesinde başlayan açlık grevine Mexmûr mülteci kampı ve Yunanistan’ın Lavrio mülteci kamplarındaki Kürdistanlı mülteciler de katıldılar. Kürdistan’ın kuzeyindeki işgalini Güney Kürdistan’a da yaymak için Medya Savunma Alanları’na ağır saldırı ve işgal harekatını sürdüren, Rojava’daki işgal ve saldırılarını derinleştiren TC faşizminin bu uygulamaları Kürdistan özgürlük mücadelesini topyekun imha konseptinin bir sonucu olarak gelişmektedir. Savaşın ağırlaşması ve yoğunlaşması,  tecritin ağırlaştırılması ve süreklileştirilmesinden bağımsız değildir. İmralı tecriti savaş konseptini besleyen bir zemin niteliğindedir. İmralı tecriti sona ermedikçe savaşın durması, cezaevlerindeki insanlıkdışı uygulamalar ve hak ihlallerinin son bulması, Türkiye ve Kürdistan’da özgür ve demokratik bir yaşamın inşası mümkün değildir. İmralı tecriti adeta bütün sorunların kördüğümü niteliğine bürünmüş durumdadır. Bu nedenle tecrite karşı geliştirilen mücadele temel yaşam hakkı ve demokrasi mücadelesinin de odağını oluşturmaktadır.

Direnişin zaferini mümkün kılmak

Bugün cezaevlerinde, Mexmûr ile Lavrio kamplarında sürdürülmekte olan açlık grevlerine destek eylemlerini daha da güçlü geliştirmek, dikkatleri bu eyleme daha fazla çekerek faşist rejim üzerindeki baskıyı arttırmak ertelenemez bir görev durumundadır. Zira sözkonusu olan insan hayatıdır ve özellikle zindanlarda ömürleri zor koşullarda sürekli açlık grevleri ve ölüm oruçları içinde geçmiş, sağlık durumları zaten iyi olmayan binlerce tutsak göz önüne alındığında bu eylemlere tali gözle bakmak, her gün, her an kamuoyunun dikkatine sunmamak büyük eksiklik olacaktır. Her gün gündeme yeni ağır konular girse de herbirinin tecritle ve açlık grevleriyle bağını kurarak kamuoyunun bu direnişe desteğini büyütmek bir görevdir. Daha önce direnişle tecritte birçok kez gedik açıldı. Bu kez bu direnişle tecrit sistemini kalıcı olarak yerle bir etmek ancak açlık grevi direnişine gereken duyarlılıkla sahip çıkmakla; içerde ve dışarda direnişi büyütüp kamuoyu desteğini daha güçlü harekete geçirmekle mümkündür. Sadece ülke çapında değil, uluslararası alanda da tecrite karşı duyarlılık ve mücadeleyi büyütmek ve rejim üzerindeki baskıyı yoğunlaştırmak direnişin zaferini mümkün kılabilecektir.  Kürdistan özgürlük mücadelesinin her döneminde ve her eylemde kadınlar önemli bir rol oynadılar. Zindan direnişlerinde Sakine Cansız-Sara yoldaşın yaktığı meşaleyi daima yükseklerde taşıdılar. Birçok sürece ve eyleme öncülük ettikleri gibi, açlık grevleri ve ölüm orucu eylemlerinde de onurluca yer aldılar. Rêber Öcalan ile görüşme imkanını yaratarak bir süre için de olsa tecriti kırmış olan 2019 yılı ölüm orucunun zindandaki fedai şehitleri Yonca Akıcı, Ayten Beçet, Zehra Sağlam ve Medya Çınar yoldaşların direniş ruhu bugün de Kürt kadınının yolunu aydınlatıyor. Bugün de tecrite ve faşizan uygulamalara karşı içerde, dışarda, dağda, şehirde direniş bayrağını en yüksekte tutmaya devam eden kadın öncüler mücadelelerini sürdürmektedirler. Bu mücadeleyi daha da yaymak ve yükseltmek, açlık grevi eylemlerini zafere taşımak ve tecrit sistemini İmralı’da, tüm zindanlarda ve toplum üzerinde kaldırmak için kadınlar bir kez daha öncülük rollerini oynayabilirler ve oynamalıdırlar…