Kürdistan’daki profesyonel misyoner: Dersimde 3 “S”: Sabiha-Sıdıka-Soykırım – III – 

- Zîlan SARA
487 views
Çocuklar zorla toplanacak, yatılı kalacaklar ve bulundukları süre içinde Kürtçe konuşmaları kesinlikle yasaklanacak. Aşağılanan Kürtlük ve Kürtçe’nin karşısına saygınlığın, “insan” olmanın, “medenileşme”nin tek çıkış kapısı olarak Türkçe ve Türklük konulacak! Sıdıka’nın misyonerliği buydu.

İnsanı insanın kurdu haline getirme misali, bu çocuklar, kendisi gibi diğer çocukların kurdu haline getirme merkezi olan enstitü, devletin tam desteği ile çalışıyordu. Bu merkezde, köklerinden kopartılan çocuklar, kendi değerlerini hakim görür hale getiriliyorlardı. Ve yeni getirilen çocuklara da bunu dayatıyorlardı. Avar, kendi prototiplerini yarattıktan sonra, bu uygulamanın sonuçlarını gururla izliyordu. İşte Avar’ın sözleri “Eskiler, yeni gelen kardeşlere çok güzel önderlik ediyorlardı. Bilhassa lisan öğrenmede. Türkçe sorulmayan soruları cevaplandırmıyor, sorunun Türkçesini öğretip Türkçe cevaplıyorlardı. Bana bile aynı usulü uyguluyor, Kürtçe bir kelimenin manasını sorduğumda ve tercüman lazım olduğunda ‘ben Kürtçe bilmiyorum’ deyip işin içinden sıyrılıyorlardı. Hepsi de bu lisanı bildiği için utanıyor gibiydiler. Oysa 4. Umum müfettişliği ‘Kürt’ kelimesinin hakaret olarak kullanılmasını yasaklamıştı.” İnsanın “onu külahıma anlat” diyesi geliyor. 

Kürtlüğü aşağılayan sayısız örnek

Avar’ın anılarında bile Kürtlüğü aşağılayan sayısız örnek ortada duruyorken bu sözün bir değeri olamaz. Bilinçli ve planlı bir yönelimle bir kimlik ve ona ait tüm değerler ortadan kaldırılmaya çalışılırken, yerine alternatif bir kimlik inşası amaçlanıyor. Sabiha ve zihniyeti de bunun için devreye sokuldu, keza Sıdıka ve zihniyeti de! Sabiha ve Sıdıka’yı bu amaçla Dersim’de ağırlayan, el üstünde tutan, on binlerce masum Kürdün katledilmesinin baş sorumlularından Abdullah Alpdoğan’ı bakın Sıdıka Avar nasıl anlatmış anılarında: “Bugün okula paşa gelecekti. 4. Umum müfettişi Korgeneral Abdullah Alpdoğan. Elazığ, Tunceli, Bingöl, isyan bölgesi emri altındaydı. O paşa ki, Büyük Millet Meclisi yetkilerini taşıyordu. O bölgede ipe çekme ve ipe çekilecekleri affetme yetkisi vardı. Tok ve hakim bir sesi vardı. Orta boyluydu. Şişmana yakın, göbeksiz, adaleli bir vücut. Yüzünün sert ifadesine rağmen ela bakışlarında şefkat sezdim. Çekme burnu ve kalınca dudaklı ağzını kuvvetli bir çene çerçeveliyordu. Bu fizyonomi bende merhametli bir baba tesiri bıraktı. Çocuklar benim 23 Nisan marşını öğrettiğimi söylediler. Söyletti onlara:

“Türk çocukları, Türk çocukları

Gözler ileri başlar yukarı     

Yarın ki hayat yurt ufukları 

Her şey sizindir Türk çocukları”

Paşa: Yaa, her şey sizindir çocuklar, ona göre çalışın!

Daha yeni Türkçe öğretilen Kürt çocuklarına bunlar söyletiliyor. Türk çocukları gülsün, her daim mutlu olsun, bütün dünya çocukları da aynı güzelliği yaşasın. Ama Kürt çocuğunun ruhunu ezme pahasına, kendisine yabancılaştırma pahasına bu sözleri ona söyletmek insanlığa sığmaz. Sabiha’nın Dersim’de yaptıkları nasıl gazete ve dergilere taşınılıp övgüye konu ediliyorsa, Sıdıka da yaptıklarıyla bu övgüden payını alır. Sıdıka’nın Elazığ kız enstitüsünde yaptıkları bir mucize olarak değerlendiriliyor, yaptıklarını yerinde incelemek, tanık olmak amacıyla heyetler geliyor, izlenimleri köpürtülerek basına yansıtılıyor. Sıdıka da bundan pek memnun olmalı ki anılarında bunlara yer veriyor. Tabi bu örnekler bile yine Kürdü aşağılayan, hayvanlarla bir tutan, kendisini de kurtarıcı, iyilik meleği gibi göstermeye çalışan cinsten. “Sayın muhtar körükçü’nün kitabı bizim okula ‘inek ve sucuk’ başlığı ile girmişti. Kendisine has kıvrak, şen şakrak üslubuyla ne güzel de canlandırmıştı. Kısacık notu içinde.” Kitapta Amerika’da bir taraftan inek girip diğer taraftan sucuk çıktığını anlatan fıkraya değinilir. Bu durum Sıdıka Avar’ın enstitüsüne benzeştirilerek şunlar söylenir: “Evet, saç, baş karışık, üst baş yırtık, pırtık, dil bilmez, el bilmez, vahşi tabiatlı, inatçı, ve hırçın çocukla okula gidiyorlar. İki, üç sene sonra bize kahve ikram eden bu terbiyeli, cıvıl cıvıl Türkçe konuşan, güler yüzlü çocuğun aynı kız olduğunu anlayabilmek için ilmi simyaya hayli vukuf gerek.”

‘Türkçe bilginin küçük misyonerleri’

Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın gözünde ise Sıdıka bir Türk akıncısıdır. Gazetesinde övgü dolu Sıdıka güzellemesinin dikkat çekici yönleri şunlardır. “1939’da Elazığ kız enstitüsü idaresini üstleniyor. Şimdiye kadar yetişen çocuklar adeta yeni fikirlerin, temizliğin, Türkçe bilginin birer küçük misyoneri olarak köylere dağılmıştır… Bilhassa doğu vilayetlerimizde kültür birliğine doğru gitmek bakımından bayan Sıdıka bir numaralı Türk akıncısı ünvanına cidden layıktır.” Bu övgüyü olduğu gibi kitabına alan Sıdıka, aynı zamanda bir akıncı olduğunun da bilincindedir. Nedir akıncı? Düşman topraklarına akın eden savaşçı demektir. Misyonerliği de, akıncılığı da gururla sahiplenen Sıdıka ne yaptığını bilen, oldukça iyi yetiştirilmiş bir profesyoneldir. Kürdistan’daki isyan ve direnişler konusunda eğitime tabi tutulduğu anlaşılıyor. Köy köy dolaşıp, iknaya dayalı kız çocuklarını almak istediğini, merhametini, iyilik severliğini, halkın mutluluk ve refahını arzuladığını bolca propaganda eden Sıdıka, devletin geleneksel sopasını da bir seçenek olarak yanında, ruhunda, zihniyetinde taşıdığını, Bingöl’de kızlarını vermek istemeyen bir köylü ile diyaloglarında bakın nasıl da itiraf ediyor: “Pos bıyıklı köylü ‘bir taraftan rus, bir taraftan İngiliz baş kaldırmıştır. Hükümet zorla kız almaya kalkarsa buna da isyan çıkar diye düşünmez mi?’ Tepem iyice attı ama sakin görünüyordum. Sekiz sene evvel isyan zamanı bile Tunceli’den jandarma ile zorla kız toplayıp okula getirdi hükümet. Bir tanesi bile gık diyemedi. 

– Eee Tunceli ayrı.

– Şeyh Sait sizin buralardan geçmedi mi? O kanunu buralara tatbik edemez mi? Çünkü bizi ayağınıza kadar gönderdi. Biz de size anlattık… Bundan sonra zor yaparsa da hükümetin günahı yok artık. Hem, hükümet çok kuvvetlidir. Büyük harpte bile İngilizin kale gibi koca zırhları Çanakkale’yi söküp girebildiler mi içeri? Ruslar da buralara kadar girebildi Van’dan, ama Murat’tan ötesini sökemediler. O zaman askerlerimiz de dağınıktı, kimini Arabistan çöllerinde, kimini Alman hudutlarında, kimini Çanakkale’de şehit vermiştik. Şükür şimdi askerimiz bol, iyi talim terbiye gördüler. Atatürk gibi bir kumandan onları hazırladı. İnönü gibi bir kumandan başımızda… Artık isyan-misyan beş para etmez ağalar, Şeyh Sait isyanının sonu ne oldu?” İşte misyoner Sıdıka’nın gerçek yüzü. Sabiha ile sadece bir madalyonun iki yüzü gibi değiller, her bir yüzde de iç içeler. İhtiyaç olduğunda kendini “had” önüne konulacak! En iyisi kölelik yularını, Kürdün gönüllü tarzda boynuna geçirmesi! Geçirmezse devlet zaten zorla geçirecek! Sonra neden zor kullanıldı denmesin! Sıdıka ile vücut bulmuş zihniyetin Kürde biçtiği kader bu.

‘İlkel Kürt – modern Türk’

Başardığı örnekleri nasıl da gururla anlatıyor Sıdıka: “İsmet İnönü ve heyeti okulumuzu ziyarete gelmişti. Etraftan mebuslar öğrenci kızımıza işaret ederek İnönü’nün elini öpmesi için ihtar ediyorlardı.

– Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli hürmetle öptü ve alnına koydu. Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. İnönü Elmas’ı omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben,

– İşte eser bu, dedi. 

Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas’ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak, 

– Bu el silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! Kalem tutar, iğne tutar… diye bir nutuk çekti.”

Sıdıka, yoğurup şekil verdiği çocukları bir Truva atı haline getirmeye çalışmıştır. Bu tasarlanarak gerçekleştirilen tipik bir sömürgeci politikaydı. Aşağılamak, ilkel göstermek, yaptıklarını bir medeniyet taşıyıcılığı olarak yansıtmanın gereğiydi. “Önlerinde şırıl şırıl akan bu dere önünde insanların hayvandan daha pis olmasını bir türlü aklım almıyordu” diyen Sıdıka zihniyeti ile Ağrı dağına bomba yağdırılmasının ardından 14 Temmuz 1930’daki Cumhuriyet gazetesinde yer alan şu dil, şu zihniyet birbirinin devamıdır: “Hayvanlarla bir damda yatan, hela yapmayı bile bilmeyip evlerinin üstünü ve kırları gübreliğe çeviren bu ilkel çevreye; ordumuz aynı zamanda medeniyet getirmiştir, insanca yaşamayı aşılamıştır.” İlkel Kürt- modern Türk, barbar Kürt- medeni türk, hayvan ya da hayvandan bile aşağı Kürt- insan Türk, pasaklı, pis Kürt- temiz Türk, aç gözlü Kürt- gönlü tok Türk, giyinmesini, yemek yemesini bilmeyen Kürt- temiz giyimli, adabınca yemek yiyen Türk, sevgiden, saygıdan bihaber Kürt- sevgi ve saygı timsali Türk, anası babası beş para etmez, asi ve hain olan Kürt- değerli bir aileye sahip Türk… Say sayabilirsen…! Enstitüde yatılı okullarda, kültürel soykırım politikalarının hakim olduğu her yerde direkt ya da dolaylı işlenen, hakim kılınan uygulama, yaşam budur. Peki sonuç almış mıdır? İşte yine Sıdıka’dan bir örnek: “Yuva kuranlardan Lütfiye, okulda derdine, gözyaşına en çok ortak olduğum çocuktu. Teselli için bile ona yaklaşmaya korkuluyordu. Çünkü amcası Elazığ’da asılan asiler arasındaydı. Amca kabahatli de olsa çocuğun bunda bir suçu olamazdı ki… Evlenmişti. Mezuniyetinin üzerinden on bir sene geçmişti. O, bir gün on yaşındaki kızını okutayım diye bana getirmişti. Buna ne çok sevinmiştim. Ana kumraldı çocuğu sarışındı ve çok güzel Türkçe konuşuyordu. Şehir çocukları gibi saçı-başı, giyimi düzgündü. Demek ki Ata’nın dediği olmuş, eve Türkçe ile görgü ve bilgi, ana ile girmişti.” 

Sıdıka’nın kopyaları görev başında

Yatılı kız enstitülerinden sonuç aldıkça, Kürdistan’ın birçok yerine benzerleri kuruluyordu. Kurulan bu yeni enstitülerde görevlendirilenler arasında Sıdıka’nın yetiştirmesi olan Kürt çocukları da vardı. Avar olarak köylerine dönenlerin yanısıra, yeni Avarlar yetiştirmek üzere görev alanlar doğal olarak Sıdıka’nın birer kopyası gibiydi. Omuzları üzerinde taşıdıkları baş, kendilerine değil Sıdıka’ya aitti. Nerden mi biliyoruz? İşte bunlardan birinin Sıdıka’ya yazdığı mektuptan bir bölüm: “Bu sene Mazgirt’in Kirzi köyünde 16 talebeyle çalışıyorum. Dil bilmedikleri için zorluk çekiyorum. Gerçi ben Kürtçe biliyorum fakat asla konuşmuyorum. Çünkü yüz alıp Türkçe’den kaçtıkları için asla öğrenmezler.” Her dil gibi Türkçe de bir halkın dilidir ve değerlidir. Sadece Türkçe’ye karşı değil, hiçbir dile karşı düşmanlık olmamalı. Bir halka ait dili bu şekilde soykırımcı politikaların aracı haline getirerek onurlandırmış olmazsınız. Sıdıka Avar zihniyeti bilinçli bir yok etme politikasını uyguluyordu. Sonuç aldıkça kendilerini başarılı sayıyorlardı. Ve eserleriyle gurur duyuyorlardı. “Köylerinden alıp da bilgi, görgü, yaşama sanatı ve zevki vatan ve vatandaşlık sevgisi verdiğimiz bu kızlar hep bizim eserimizdi” diyor Sıdıka. Doğru, onların eseriydi. Hangi vatan, hangi vatandaşlık diye sormak gerekiyor. Hani Kürdistan, hani Dersim? Binlerce yıllık Dersim Tunceli olurken, Kürdistan ve Kürtlük utanç vesilesi haline getirilerek unutturulmaya çalışıldı. Elbette bu sizin eserinizdi. Bugün Dersimliler, Türkçeyi neredeyse İstanbul Türkçesi kadar güzel konuşurlar. Hangi dili konuşursan iyi konuşabilmek tabi ki güzeldir. “Peki ya kendine ait olanı?” diye sormayı da ihmal etmeden tabi. 1938’den hemen sonra doğan birçok Kürt çocuğuna Kemal, İsmet, Kazım isimlerinin verilmiş olması neyle bağlantılıdır acaba? Dersim’de birçok evde M. Kemal’in posterlerinin asılı olduğu söylenir. CHP hala hatırı sayılır oy alır Dersim’den. 

Kök kurutma görevi Sıdıka’nın

M.Kemal’in Dersim katliamından habersiz olduğu, engellemeye çalıştığı, kendini aldatma misali ibretlik sayılacak şekilde dilden dile dolaştırılır. İşte Sabiha, işte Sıdıka ve anlattıkları. 17 Kasım 1937’de Dersim’i Sabiha ile birlikte ziyaret eder M. Kemal. Sabiha bombaladığı yerler konusunda bizzat bilgilendirir M. Kemal’i. Sabiha yağdırdığı bombalarla ağaçları yakmış, kırılmalarına yol açmıştır. Kırılan ve yakılan bir süre sonra yeniden yeşerir, çünkü kökü toprak altındadır, sağlamdır. Belki geç olur ama mutlaka kendi kökleri üzerinde yeniden yükselir. Bu bilindiği için Sabiha’dan sonra Sıdıka görevlendirilmiştir. Onun görevi daha tahripkardır, kök kurutma amaçlıdır. Sabiha’nın tahrip ettiği ağaçları kökünden sökme, köksüzleştirme görevi Sıdıka’ya verilmiştir. Sıdıka çok daha tehlikeli ve sistematik bir yönelimin öznesi olmuştur. Ne Sabiha Gökçen kendinden ibarettir ne de Sıdıka Avar. Binlerce Sabiha ve Sıdıka söz konusudur. Bunlarda vuku bulan bir zihniyettir ve soykırım politikasıdır.