Ben ölmek için doğmadım*

- Güler YILDIZ
112 views
Ekonomik eşitsizlikleri ve toplumsal çatışmaları artıran, toprak ve su meselesini ekolojik yıkımla ilişkilendiren siyasi sömürü sistemi -kapitalist modernite-; yaşam savunucularını, köylü derneklerini bir araya getiren çok sayıda mücadeleye yol açıyor. Kadınların başrolde olduğu ekolojik mücadeleler ile kadın haklarının savunulmasının iç içe geçmesi, birlikte düşünülmesinin en işlevsel sahasındayız artık: Ekofeminizm sahası!

Bu kavramı ilk kullanan kişi her şeyden önce sıkı bir feminist olan Fransız yazar, düşünür Françoise d’Eaubonne (1920-2005)’dur. Doğa ve kadın aynı biçimde sömürülüyor 1972 yılında çevreci hareketlerle ilişkilendi ve feminist ve çevreci mücadeleyi ayrı ayrı yürütmek yerine, 1974’ten itibaren erkeğin doğa ve kadını aynı biçimde sömürmesine karşıtlığı bir araya getirdi. Fransa’da o yıllarda akademi çevresinde kilitlenip kalan bu kavram, kanatlarını Anglosakson diyarında açtı. Bu arada çevreciliğinde o denli militanlaştı ki 1975 yılında, Alsace’da (Fransa’nın doğu bölgesi) o sırada yapım aşamasında olan Fessenheim nükleer santralindeki hidrolik devre pompasının dinamitlenmesine katıldı. Bu eylem santralin çalışmasını birkaç aylığına sekteye uğrattı.

En büyük yük kadınların

Ekoloji mücadelesi ile kadın mücadelesini iç içe düşünmemiz gerektiğini savlayan bu cümlenin altı maalesef henüz dolabilmiş, doldurulabilmiş değil. 1970’lerden itibaren literatüre giren “ekofeminizm” tam da yukarıdaki cümlenin “çünkü”sü olarak doğmuştu. Her iki mücadeleyi bütünleştirebilecek tek çizgi yaşam hakkına sahip çıkmaktı. Ancak o günden bugüne feminizmin iklim değişikliğine, ekokırıma karşı yürütülen mücadeleyi önemsemesi oldukça yavaş seyretti. d’Eaubonne, 1974 yılında yayınlanan, “Feminizm ya da Ölüm” adlı eserinde ‘ataerkil ve kapitalist sistemler doğanın olduğu kadar kadının üzerinde de hakimiyet kurmak, onu ehlîleştirerek sömürmek niyetindedirler’ diyerek, ekofeminizmin ortaya çıkış amacını özetlemişti. Ama bu özetin dahi doğru anlaşılabilmesi ve o bağın ayrımsız kurulabilmesi için dipten yürüyen bir başka su var; üstencilik!

Kendinden olana duyarlılık!

Özellikle Türkiye gibi ülkelerde, kendinden olanın derdine koşmanın, onu daha iyi anlamanın mümkünlüğü üzerine kurulu bir siyasi dinamik var. Feminist hareketlerde olduğu gibi çevre hareketlerinde de bu böyle. İliç’in, ekoloji mücadelesinde Fatsa, Bergama, Kazdağı kadar yer tutmamasını açıklayabilecek hiçbir şey yok! Orada örülemeyen güçlü mücadeleyi büyük kentlerin küçük sokaklarında açılan bezlere, kargacık burgacık yazıyla “hesap soracağız” diyerek şimdi başlatanlara, hikaye nerede başlıyor acaba diye sormakta yarar var! Sadece “terör” ile anılan bir bölgenin ortasında, ultra milliyetçilere teslim edilmiş o kentte yaşayan kadınların canı hiç mi yoktu, ne?  Orada da örülseydi ya bi güzel direniş, nöbet? Başa dönelim tekrar: Ekofeminizm kavramını yaratan François, çok değil bir sene sonra bir nükleer santralini bombalayanların arasındaydı! Bunu bir feminist ve ekofeminist olarak yaptığında,sadece bu nükleerin en çok da kadınları öldüreceğini söylüyordu! Kadınların ve doğanın maruz kaldığı şiddet, bedenler ile çevreleri, onları birleştiren topraklar ve parçası oldukları topluluk arasındaki fiziksel bağı ortaya koyuyor. İklim Adaleti savunucuları “çevre adaleti, sosyal adalettir” diyerek, kadınları yeni bir duruma uyarlamayı hedeflemeyi değil, o durumun adaletsizliklerine karşı mücadele ederek değişim ve dönüşümün elzem oluşundan söz ediyor.

Hesap soran kadınlar

Çokça dendiği gibi, ekoloji mücadelesinde artık kadınlar daha fazla ön plandaysa, bu onların doğası gereği erkeklerden farklı olmalarından değil, bu mücadelelerin toplumsal boyutunu ortaya çıkardığından. O nedenle eylem alanlarından karmaşık olmayan sloganlar duyuyoruz: Kırsalda özellikle devletine toz kondurmayan, zeval gelmesinden korkan erkek modeli ölmüş, “devlet benim” diyen, hesap soran kadın modeli gelmişti. Evdeki ‘küçük devlet’e de söylendi bu söz. Yıkılması gereken bir sistemi arzulama noktasından çıkıldı, eylemselliği üzerine düşünülmeye başlandı. Yıkılacak ve yenisi kurulacak ve yenisinde kadına da doğaya da müdahale toleranssız olacak!

Ekofeminizmin ayak sesleri işte…
“Ben ölmek için doğmadım” diyen kadın, doğanın da katledilmek için var olmadığını söylüyor bize.

*Fransızca’dan alıntı: Je ne suis pas née pour mourir. (Françoise d’Eaubonne’nin sözü)