Güneşe selam duranlar

- Nagihan AKARSEL
153 views
Bazı sırlar vardır. Zamanda saklı, toprağa yazgılıdır. Güneşin ışınlarına kayıtlı, karıncanın emeğine duyarlıdır. Taşın evrimine tutkulu, hayata yeminli sırlardır bunlar… Ve bazı yüzler vardır. Her çizgisinde sessizliğe gömülen acının çığlığını taşır… O yüzlerde yüz bin defa yenilenir acılar… Gözünün değdiği her bakışa bir acı düşer… Yüreğinin ısındığı her kadına bir ışın değer… Her ışığa bir parça gülüş yüklenir. Gülüşe acı dolu huzmeler düşer…

Acılara eşlik eden sırlar vardır orada. Acıya direnen sırlar ya da… Külliyatı doğa anaya dokulu, bilgisi suyun sesine yazgılı sırlardır bunlar… Direnci ağacın köklerinde, coşkusu kuşun kanadında, sezgisi dağın yamacında olan sırlar… Her ay dönümünde yenilenen toprağın bilgisini taşıyan, göğün ufkuna bu bilgiyi nakşedenlerdi onlar. Gün yüzüne hayatı ile bu bilgiyi ilmek ilmek işleyen ve güneşe selam duranlardı. Kutsiyetini tartışmasız kabul ettikleri taşın sırrına kayıtlı olanlardı. Kimilerine göre Êzidî, kimilerine göre Êzdiyati, kimilerine göre Ezdayî, Ezdî ve kimilerine göre Yezîdî denilenlerdi. Ya onlar? Onlar kendilerine ne diyorlardı? “Rüzgarın esintisi ile gelen reyhanın kokusuna dünyaları değişmem” diyen bu insanlar neden lanetlenmişti? O kokunun sarıcılığında her yeni güne güneşin temsiliyetinde teşekkür ederek başlayan bu insanlar neden dünyanın hedefindeydi?

Êzidîler’in hakikatinde anlama yol almak

Taşın, toprağın, ağacın, çiçeğin, suyun, deniz kabuğunun, ipin, ateşin, güneşin, hayata dair her şeyin kıymetini bilen bu insanların neden hedefte olduğunu anlamak güçtü. Güç olan bu insanların yaşamı değildi. Bilakis yaşamları çok sade ve doğaldı. Güç olan bu insanların neden hedefte olduğunu anlamaktı. Bu yazıda inancı ile kimliğini ifade eden Êzidîler’in hakikatinde bilimin anlamı başta olmak üzere yaşamın, hakikatin, kadının anlamına doğru yol alacağız. Hakikati kadın-yaşam-doğa bağlamında tanımlayan bu insanların gerçeğinde kaybolan anlamlarımıza odaklanacağız. Hayata dair anlamlarımızı ararken yöntemlerimizin bizi coğrafyamızın hakikatine ne kadar götürdüğünü sorgulayacağız. “Hakikatin yöntem yöntemin hakikat olduğu çağımızın” bilgi yapılanmaları ile hesaplaşacağız. Tarihi geçmişte, olan bitende değil hemen yanı başımızda arayacağız.

O kadınların dramı peşimizi bırakmayacak

Zamanın şimdi olduğunu anlatıyordu o anne… Ve tenindeki derin çizgiler şimdinin vicdandan ne kadar koptuğunu haykırıyordu. Sonsuz acıların içinde sınanmış bir halkın acılarını anlatıyordu gözleri. Ellerini havaya kaldırıp beddualar ettiğinde ise o acının isyanı yankılanıyordu. Yeryüzü, yeryüzü olmaktan utanıyordu adeta. Yaşanan katliamlar, sürülen umutlar, altüst olan hayaller, çıkmaza giren yaşamlar ile dolu bir gerçekti söz konusu olan… Tüm insanlığın tanıklık ettiği son ferman ile insanlığın yüreği ve beyni arasındaki son köprüler de yıkılıyordu. Ve biz çocuklarının ihanetine uğrayan bir ananın haykırışına tanıklık ediyorduk. “Ez dayê me. Ez dizanim çi dixwazin zarokên min. Lê niha zarokên min li min didin.” Toprağının, coğrafyasının çığlığı olmuştu bu sözleri ile… Ana olan ama şimdi çocukları tarafından yakılıp yıkılan coğrafyasının çığlığı… Bu anneyi ilk defa 2014 yılının Ağustos ayında televizyonun başında Şengal katliamını izlediğimiz zamanlarda gördüm. Bembeyaz saçları gözlerinin üzerine düşmüş, bembeyaz elbiseleri toz içinde kalmıştı. Beyaz elbiselerinin taşıdığı anlam o tozun dumanın içinde asaletin nişanesi olarak duruyordu. Dudakları susuzluktan kurumuştu. Teninde gözyaşlarının izi vardı. Ellerini havaya kaldırmış, beddualar ediyordu. Zaman, orada o annenin gözyaşı izinde donmuştu adeta… Ve bizler televizyonun başında acıları izlemeye alışık insanlık olarak bir kez daha hakikatten uzaklaşmıştık. Çocukların susuzluktan ölmesine tahammül eden, dünyanın yarısının açlık sınırının altında yaşadığının farkında olan, doğayı talan eden insanlar olarak bu katliamı da sineye çekmiştik. O zaman her birimizin yaşamından bir şey eksildi işte. Düşündüğünü hissetmeyen insanlar topluluğu olduk o zaman. Bunun muhasebesini DAİŞ’in elinde olan her bir kadının dramını okuduğumuz, izlediğimiz her an yapmaya devam edeceğiz. Biz peşini bıraksak da o kadınların dramı bizim peşimizi bırakmayacak. Beyaz elbisesinin sırrını vermeyen annenin gözlerinden dökülen yaşlar yüreğimizi dağlamaya devam edecek.

İnancın içinde taşıdığı hakikat

Şengal’de Êzidiler’e dönük yapılan bu katliam 74. Ferman olarak kayıtlara geçti. Dünyanın gözleri önünde gerçekleşen bu katliam ile Êzidî halkının ne kadar çok fermandan geçtiğini öğrendik. Peki neden? İnancı dışında bir kimliği olmayan Êzidî halkı neden merkezi hegemonik güçlerin taşeron örgütü olan DAİŞ’in hedefindeydi? Ve neden Êzidî kadınları? Bu soru ile başlayan çelişkilerimizi çözme arayışına girdiğimizde işte o zaman farklı iki uygarlığın hafızalarının hesaplaşmasına tanık olduk. Bu bilgi çok değerliydi. Bu bilgiyi hakikatine dokunmadan olduğu gibi anlatmak ise büyük bir emek istiyordu. Bu bilgi bize bir yandan siyahlar içinde şamanların simgeleri ile donatılmış ulus devletin örgütlü gücü DAİŞ, diğer yandan bembeyaz elbiseleri ve güneş rengindeki kuşağı ile bu güce karşı binlerce yıldır direnen demokratik uygarlık damarının ana güçlerinden olan kadınları anlatıyordu. Peki biz bu bilginin izini nasıl sürecektik? Yöntemimiz ne olacaktı? Dünya merkezi hegemon güçlerinin hedefinde olan bu inancın içinde taşıdığı hakikate nasıl ulaşacaktık? “Ez dayê me…” diyen annenin haykırışının yüreklerimize bıraktığı izden yol almak ilk adım için anlamlı bir başlangıç olabilirdi. “Ez dayê me” yani “Ben Ana’yım”… Ya da “Ez dî”, “Beni gördü”; “Ezda” “Beni veren”; “Ê zîdi” “çoğalmak, üremek, özgürlük” gibi anlamlar bir bir yüreğimize dokunuyordu. Hepsi de üretken, yaratıcı, şefkatli, direngen, bütünlüklü coğrafyamızın farklı farklı tanımlamalarını karşılamıyor mu sahi?

Ortadoğu’da kök hücre

Bugüne kadar tarihin sadece tek bir nehirden aktığına inanıyorduk. Ona ikna edilmiştik. O nehrin akışı bizim hayatlarımıza yön verebilirdi. Bunun dışında farklı bir alternatifin olmadığı hususunda yıllarca aldığımız eğitim ve öğretimin sonucunda bir ikna olmuşluğu da yaşamıştık. Tüm bu bilmelerimizin ne kadar bizi bize yabancı kıldığının farkında değildik. Düşündüğünü hissetmeyen, bilgiye pragmatist bir şekilde yaklaşan, bilmek ile mutlu olmayı değil bilmek ile güç olmayı öğrenen bir kültürel şekillenmeydi bu. Tek yönlü bir akışın içinde ona karşıtlık ya da muhaliflik temelinde yer alan çıkışlar devrimciliğimizi besleyen temel yönlerdi. Ancak sonradan öğrendik ki bu karşı çıkışların hepsi kendi başına bir nehirdi. Kendi yatağında akan… Ve alternatif bir sistem olarak yapılanacak kadar geniş bir kültürel bütünlüğe sahip olan… Doğaya, hayata sadık bir inanç olan Êzidîlik de bu kültürel bütünlüğün bir parçası olarak görkemli bir külliyatı içinde barındırıyordu. Bu külliyat ile oluşan kültürün kodları hala çözümlenmeyi bekliyordu. Belki de o kodları çözümledikçe insanlık kendi özüyle buluşmayı başaracaktı. Ortadoğu’da kök hücre rolünü oynayan bu kültürel bütünlük, aynı zamanda devletli uygarlığa karşı en direngen damarlardan birini teşkil ediyordu. Yazıya bilgilerini emanet etmekten kaçınan sözlü kültür, qewl ve semboller ile bilgilerini günümüze taşıyan Êzidîler’in bugün dünyanın hegemon güçlerinin hedefinde olması da bu güçleri ile bağlantılıydı.

İnanç üzerinden kimlik tanımlaması

Tarihe lanetli bir inanç ve kavim olarak geçen Êzidîler’i ele almak bu nedenle çok hassas bir konuydu. Çünkü var olan bilgiler üzerinden ele aldığımızda Êzidîler lanetli bir kavimdi. Hak yolundan sapanlardı. Ortadoğu’nun en kadim inançlarından biri olan Êzidîliğe dair bilgilerimizin yanlış olduğunun bilinciyle yaklaşmak ilk adımımız oldu. İnançları üzerinden kimliklerini tanımlayan Êzidîler’in yazılı kaynaklarının fazla olmaması da araştırma yöntemimizi belirledi. Bilgilerini yırtılabilir, yanabilir, bir kağıt parçasının üzerinde tarif edilebilir, her yerde kıymetsiz olur kaygısıyla kağıt kaleme emanet etmiyorlardı. Bilgilerini birbirine emanet ediyorlardı. Ya da kendi yetiştirdikleri, güvendikleri kimselere bilgilerini emanet ediyorlardı. Bir qewllerinde “şireta neke li beleşan” yani “boş insanlara öğütte bulunma” diyorlardı. Bilgi onu anlayacak, uygulayacak olana emanet edilmeliydi. Bu bilgiler hayat ile birlik olan akışa hizmet etmeliydi. Bir ananın içten bir şekilde, “îlmê me li ser dilê me” deyişi bize bu değerli anlamı ifşa etmekteydi. İnançlarını bir bilim olarak ele almaktaydılar. Bu bilimin anlam ve hakikat ile olan bağına inanıyorlardı. Bir inançtan ziyade bir yaşam tarzını esas alıyorlardı. Yazmaktan ziyade dilden dile sözle, şiirle, qewl ile, şarkıyla kuşaktan kuşağa aktardıkları bu bilginin değerini yaşamın her alanında kendilerine esas alıyorlardı. İnançlarını bir bilim olarak tanımlamaları derin bir bellek ve kavrayışı gerektiriyordu. Yüreklerinin üstünde korudukları bu bilimin anlamını anlamak önemliydi. Bu konuda tüm bilmelerimiz alt üst oluyordu. “Bilim güçtür”, “bilim iktidardır”, “bilim mutlak hakikattir” şeklinde kesinliği ispatlanmış mutlak bazı belirlemelerin bakış açısı olan pozitivizmin kaleleri bir bir yıkılıyordu. “Bilim anlamdır”, “Anlam hakikattir”, “Hakikat özgürlüktür” sözleri bir şiir tınısında yaşamlarına dokunduğumuz bütün Êzidîler’in dilinden süzülüyordu. Ve onlar bu hayatta her şeyin bir anlamı olduğuna, bu anlamı keşfetmenin temel yönteminin sevgi olduğuna yürekten inanıyorlardı. Bu anlamın bilimin kaynağı, hakikatin potansiyeli olduğu konusunda çok nettiler. Anlam ve hakikat ile bağı kopmuş olan bilimin gerçek anlamını fısıldıyorlardı. Bu anlamın içinde barındırdığı hakikat bütün inkâr ve katliamlara rağmen silemedikleri bir hafızada gizliydi. İlk büyük direnişini devletli uygarlığa karşı veren Êzidîler’in yazılı tarihin başlangıcı olarak kabul edilen Sümer tabletlerinde “Hak yolunda olanlar” diye tanımlanması da ilgi çekici bir diğer noktaydı. Bastıkları her karış toprağın, taşın, suyun, çiçeğin anlamını biliyorlardı. Ve biz bütün bu anlamların içinde Êzidîler’in tarihine doğru yol alıyoruz. Yaşamın ayrıntılarında, zamanın akışında süren bir tarihti bu.

Jineolojî Dergisinin 5. Sayısı’nda yayınlanan makaleden derlendi.