Kadın toplumsallığına dönüş

- Amara Harun Amed
136 views
“Bir doğumun sancısı
Artık içine sığamayacak kadar büyüyenin
dışarda bir yaşama başlama kararıdır.
Sende köklenenin,
sende beslenip boy verenin
sel gibi seni de sürükleyip ardı sıra götürmesidir.”

Ezelden beri inanmışım, tanrıya atfedilen ne varsa özgür insandan çalınmadır, diye. Pek bir şey bilmediğim zamanlarda bile bunun böyle olması gerektiğini hissetmişimdir. Demek istediğimi daha açık ifade etmek gerekirse, tanrısal kudreti ifade etmek adına tanımlanan her şey aslında insanın yapabilirliğinin ölçüsüdür. Zaten aşk felsefesinde yananlar da demez mi, biz onun suretiyiz ve okyanusta ne varsa damlada da o vardır, diye. Burada kastedilen yine insan denilen varlığın sonsuz yaratım ve gelişim imkanıdır. Evrende ne varsa, bizde de o vuku bulur. Evren oluşum halinde bir bilinçse eğer, o zaman insan evrenin bildiği kadarını bilebilir elbette.  Buna rağmen insan toplumunun bireyi kendisini çok güçsüz hisseder. Nedeni ise, insanın kendisini önce evrenden, sonra toplumdan ve en sonunda ise birbirinden sonsuz kere soyutlamasıdır. İnsanın öğrenme, gelişme, yaratma, bilinç ve farkındalık evreni, toplumsal alanıdır. Toplumsal alanlardaki gelişmeler bireysel gelişmelerin de ön koşuludur. Fakat evren dışı kalmış, toplum dışı kalmış birey gelişemez, gelişemediği gibi de nesneleşir. Yani başka sistemlerin kendisini gerçekleştirme aracına döner.

İnsan evren kadar geniştir

İnsan toplumu kendi güçsüzleşme zeminlerini ilkin kentlere çekilerek yarattı. Birinci doğa denen evrenle bağını burada yitirdi. Bununla birlikte insanın diyalektiksel gelişimine ilk ket vurulmuş oldu.  İkinci ketlenmeyse, sınıflaşan ve gittikçe daha da küçülerek hücre tipi evlere sıkışan insanın egoistleşmesinde yaşandı. Geriye düşüşün somut ifadesi de olan psikoz vakalarının en çok bu hücre tipi mekanlarda yaşanması tesadüf değildir.  Bu da insan toplumsallığının sonsuz bölünmüşlüğünün, parçalanmışlığının açık bir sonucudur. İleri doğru gelişim göstermesi gereken insan aklının psikozlara mahkum olması diyalektiksel gelişimin durduğu ve artık geriye doğru ket vurduğunu gösterir.  İnsan evren kadar geniş ve bir o kadar harekete yani eyleme sahiptir. İnsanı sadece yatay ilişkiler ya da dikey ilişkiler düzlemi içinden ele almak, toplumu kategorilere ayırmak, sınıflandırmak evrensel gelişim diyalektiğinden sapma oluyor. Çünkü evrensel olgularda, insan toplumunda rastlanan bu bağlar yoktur. Üstten alta, küçükten büyüğe, basitten karmaşığa doğru bir sistemle öğrenmeye alıştırılmışız. Bu, evrenin değil, insanın yarattığı pozitivist bilimin dilidir, aynı zamanda aklın kavrayışını sınırlandıran bir dildir. Anlamak açısından başvurulan indirgemeci yaklaşımlar insan aklının büyük ve küçük, önemli ve önemsiz ayrımına gitmesine neden olur. Evren ve insan ilişkisi indirgemeci yaklaşımlarla anlaşılamaz. Pozitivist bilim sınırlarında gelişen bilme, insanı evrenden kopardığı için anlamın kadük kalmasına neden oldu. İnsanlık ilk on beş bin yıl içersinde geliştiği kadar gelişemedi bir daha.  Kümülatif bilgi açısından ya da tekniki olarak bir gelişim oldu ama insani olarak, felsefik olarak, insanlaşma kültüründe önemli aşama kaydedilmedi.

Evrenin ve matematiğin dili

Doğayla bağı yaşama-yaşatma esasında olan insanın, sadece kendini, hatta kendini de geçerek sadece egosunu yaşatmaya kadar indirgenmiş olması insanlaşmaya evrilirken büyük sıçramalar yaşayan insanlığın ne kadar  geriye düştüğünü gösteriyor. Sayılar,  tekniki bir gelişime neden olabilir ama insani gelişim açısından ya da insan ilişkilerini anlama açısından bize yeterli veriyi sunmazlar. Diyalektik yasalarına göre her şey değişim ve dönüşüm halindedir. Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olması da bilinen bir diyalektik yasasıdır. Evrimsel gelişime göre her ilerleme önceki gelişim halkalarını içinde taşır, taşımak zorundadır. Bu bir ağacın gövdesindeki halkalar gibi düşünülebilir. Ağacın her yıldönümünde aldığı halka onu daha güçlü bir gövdeye kavuşturur çünkü ağacın gövdesi önceki gelişimlerin hepsini içinde taşıyordur. Buna göre insanla kurulacak ilişki matematik dilinden değil, evrenin gelişim dilinden olmalıdır. Matematik dilinin gerçeği anlamadaki katkılarını elbette yadsımıyoruz. Ama bunun tekniki kaldığını insan toplumsallığını bir istatiksel veriye indirgediğini de görmek gerekiyor. Evrendeki her ilişki bir çeşitlenme, farklılaşma bağıdır. İlişki zengin kılar, ilişkisizlik hayvani yönleri açığa çıkarır. Vahşileştirir. İnsanın anlamı olan bilinç, anlam yitimi ilişkisizlikte en çok dışa vurulur. Ormana bırakılan ve sonra kurtlaşan çocuklar buna güzel bir örnektir. Evrenin dili bu bağlarda, ilişkilerde saklıdır. Salt bir matematik doğrusu değildir insan-insan, insan-doğa ilişkileri. Pozitivist bilimin yapmaya çalıştığı tek bir formüle indirgemektir -ki bu gelişimi, çeşitliliği ortadan kaldırmak anlamına gelir. Tek formüller, tekli zihniyet kalıpları, dogmatizm üretir. Faşizmin dayanakları da bu düşünce diyalektiğinden doğar. Evrenin dili gelişim, çeşitlilik, farklılaşmadır. Bunun dışındaki dil yanlış sistem inşaalarına götürmüş, çürütmüştür.

Her yanlış kendi doğrusunu oluşturmuştur

En büyük sapmalar evren-insan-doğa ilişkisinin kopmasıyla başlamıştır. Her sapma kendisini sistemleştirmiş ve her yanlış kendi doğrusunu oluşturmuştur. Günümüzdeki sistemler bu kopuş ve dolayısıyla sapmaların ürünüdür. Fakat bu yanlış sistem kendisini doğru olarak dayatacak kadar da koşul ve imkana da ulaşmış bulunmaktadır. Zaten aşılamamalarının temel nedeni de kendilerini dayandırdıkları bu zeminlerdir. Bugün yaşanan felaket, savaş ve acıların kaynağında yanlışın doğrusuna göre yaşam vardır. Öncelikle; insanın toplumu parçalanmış, insan bireyciliğe mahkum edilmiş yani yalnızlaştırılmış, kendisine yabancılaşmıştır. Bu da onun güçsüzleşmesine neden olmuştur, güçsüz insan kendisinden çıkmış olan insandır. İkincisi; insani ilişkilere yani toplum sosyolojisine pozitivist bilim yasaları hakim kılınmıştır. Bu da insanın değerden düşmesine neden olmuştur. Zaten yalnızlaştığı için güçsüzleşen insan, matematik dilinden kendisine paha biçecek ve iyice nesneleşecektir. Son olarak evrenin gelişim dilinden koptuğu için de kendi durumunu anlayabilecek zekadan yoksun bırakılmıştır. Bilincine ket vurulan insan kendi öz gerçeğini algıma konumunu yitirmiştir. Çözümsüz kalmıştır, sürekli bir kısır döngüde kıstırılmış, kemirmekten başka çaresi kalmayan deney farelerine dönüştürülmüştür. Bunların hepsinin bilinçli yanlış sistem inşaları olduğunu unutmamak gerekiyor. En yalın haliyle, eğer yaşamda evren yasaları değil de bilgi iktidar sistemlerinin egemenliği hakimse orada yanlışın doğruları bir yaşam biçimine dönüşmüş demektir. Avrupa’nın orta çağ karanlığı buna en iyi örneklerden biridir. Orta Çağda; bitmiş bir kadın-ana gerçeği vardır. Yerine hakim kılınan ise kilise doğrularıdır. Ortaçağda zirve yapan son beş bin yılın ürünü olan gelişimsiz, ketlenmiş yaşam;  kadın-ana gerçeğinden kopuşla başladığını belirtmek gerekiyor. Evrensel olarak kadın-ananın diyalektiksel bir anlamı vardır. Değişim, dönüşüm, yenilenme kadın bedeninde gerçekleşir.Doğumla ortaya çıkan bir yenilik vardır. Her ay döngüsünden yenilenen bir kadın gerçekliği söz konusudur. Tüm bunlar kadınlı toplumda kadını yaşamla bağdaştırmıştır. Kadını tanımlayan tüm sözcükler, güzelliği, yenilenmeyi, yaşamayı ifade etmektedir. Kadın çeşitliliğin ana kaynağıdır.  Kadın-ana evrenin gelişim dilinin en somut biçimde dışa vurulduğu toplumsal olgudur. Kadın-ana evrensel akılla olan doğrudan bağı nedeniyle  eğiticidir, bilgi kaynağıdır, öğretir. Bilge kadın tanımı eskilerden kalma bir tanım olarak hafızalarımızda hala canlıdır. Uyum, bilme, yaşam, değişim, yenilenme, canlanma, verme, doğurma tüm bunlar kadın-ananın ifadesini oluşturmaktadır.

Ana; hakkı dağıtandır

Kürtçe’deki karşılığı ‘dad’ olan mahkeme-muhakeme-adalet kelimesi köken itibarıyla ‘da’ yani ‘vermek’ aynı zamanda ‘ana’ dan türetilmiştir. ‘Dad’ yani muhakeme, mahkeme, adalet ananın bilgeliğine, paylaşımcılığına işaret etmektedir. Neden ‘vermek’ ve ‘adalet’ aynı anlama gelmekte ve köken itibarıyla neden her iki kelime de anneyi tanımlamaktadır? Bu en yalın haliyle annenin evrensel gelişim diyalektiğinin ifadesi olmuyor mu? Ana; verendir, hakkı dağıtandır, paylaştırandır, oluşturan ve düzenden sorumlu olandır.  Ananın eğitiminden geçmeyen insanlardan hep korkulur. Ana dad’tır. Evren yasaları dışına çıkanı ana yargılar, kökeni yar’maktan geliyor. Ana, eline bir neşter alıp sorunları deşer, kaynağa iner. Uyumsuzluğun nedenlerini araştırır. Ortaya koyduğumuz ve temellendirdiğimiz tüm bu gerçeklerin bize sunduğu açık bir gerçek var. Kadını toplumun başat konumundan çıkaran bir yapısallık asla gelişim gösteremez. Aksine sürekli olarak çürümeyi yaşar. Kanserleşmiş sistemlerin panzehiri kadın gerçekliğine yeniden dönüştür. Bu hem birey hem de toplum için asıl kıstastır. Birey; kadın-ananın toplumsal ilkelerini esas almadığı sürece kadük bir bilinçten öteye bir adım gidemez. Dünyada pek çok yazar, aydın, sanatçı var. Fakat sistemsel bir değişim henüz yaşanmıyor. Bunun nedeni kadın-ana bakış açısının sanattan, sinemaya, bilimden, edebiyata henüz oturtulmamış olmasıdır. uram buram pozitivizm, liberalizm, patriyarka kokan her sanat, edebiyat yapıtı, her bilimsel gelişme sadece biraz daha çürüme yaratır ki, insan yalnızlığının, yabancılaşmanın bu kadar derinlere çekilerek yaşanmasının sebebi budur.

Kadın toplumsallığına dönüş

Gerçek gelişim bunlar toplumsallaştığı oranda açığa çıkacak ve esas çıkışlarımız ilişkilerimizde yarattığımız kadın değerleriyle olacaktır. Dünyanın en iyi bilincine sahip olduğunu sananların ülkesinde kadınlar katlediliyorsa, eğer toplumsal cinsiyet rolleri en üst düzeyde yaşanıyorsa bunun adı bilinç değildir, yukarda bahsettiğimiz;toplumsal ya da bireysel psikozlardır. Böyle bir bilinç hastalıklı bir bilinçtir. Narsist psikozların en belirgin semptomları kategorileştirme, dıştalama, ayrıştırma, yalnızlaştırma, ötekileştirme, büyüklenme, böbürlenmedir. Evrensel gelişim diyalektiğindeki temel sapmalar böyle bilme biçimlerinden doğmuştur. Özetlemek gerekirse; kadını öldürülmüş bir toplum için yaşıyor demek mümkün değil. Ve kadını öldürülmüş bir toplum en geri kölelik, hastalık, felaket koşullarında yaşamaktan asla kurtulmayacaktır. Kadın yaşamın özü, kaynağı, yaşayan, yaşatan damarıdır. Kadını yok saymak, öldürmek, özü yok etmektir, kaynağı kurutmak, damarı kesmektir. Hepimizin başlaması gereken ilk yer evrensel gelişim diyalektiğine dönüş anlamına gelen kadın toplumsallığına, kadın bakış açısına dönmektir. Bu bizi bildiğimiz yabancılaşma, yalnızlık, çürüme, enerjisizlik, değersizlik, cahillik, bilinçsizlik, anlamsızlık, hiçlik, boyun eğiş, teslimiyet gibi pek çok hastalıktan da kurtaracaktır.