Kök salmış bir yaşamı yok edemezsiniz

Sakine Cansız’ın kaleminden:

- Newaya Jin
229 views
PKK yani Partiya Karkerên Kurdistan. Artık UKO veya ‘hareketimiz’ gibi sözcükler yerine PKK diyorduk. Aytekin (Tuğluk), “sen biliyordun bu adı değil mi?” diye sorduğunda doğrulamıştım. Kitle gösterileri, çatışmalar basına yansıdığı kadar yaygınlaşmıştı. Kayıplarımızın büyük acısı yanında, eylemler ve çatışmalar büyük moral veriyordu. Voltalarda, uzaktan sohbetlerimizde bu konuşmaların sıcaklığı, coşkusu vardı. Gözlerimiz gülüyor, umut yansıyordu.

Düşmana inat tutsak olmamak!

Zindan denince zamanın durdurulması olarak algılanırdı. Zamanın geçmediği, bir günün bir yıl olabileceği sanılıyordu. Zindan çile yeriydi, kahrediciydi. Toplumda ‘dam’ denilince akla bunlar gelirdi. Hayır! Bu yargı gerçek değildi. Dışarıdan, mücadeleden fiziki olarak kopmak tabii ki çekilmezdi, sindirmek zordu. Ama bir anını bile çileli, öyle kahredici ve çekilmez yaşamak olamazdı! Düşman bilinçli bizi tutsak etmişti ve gerçekten her anımızı zindan etmek istiyordu. Ona inat zindanda da yaşamı canlı kılmak, yıkılmamak; duygu, düşünce, hayal dünyamızı geniş tutmak zorundaydık ve bu, bir devrimci için en gerekli olandı. Her an düşmanla karşı karşıya olmak, onu bu kadar yakından tanımak korkunç bir dayanma ve direnç gücü veriyordu insana. Tabii düşmanı doğru ve iyi tanımak, idealinle, inancınla, iradenle orantılıdır. Olaylar öylesine açık ve çarpıcıydı ki, düşmanın elinde de olsan, ona karşı büyük kini şahlandırmak kaçınılmaz oluyordu. Düşman dirilen Kürtlüğe düşmandı. ‘Türküm’ demeyi dayatıyordu. Herkes çok açık görmüştü, sorun sadece ‘Türküm’ demek ya da yemek yemeden önce dua etmek, ‘Allahımıza hamd olsun, ordu, millet var olsun’ demek değildi. Düşman bununla seni önce zorla hizaya getiriyor, sonra adım adım hükmetmeye başlıyor. Sen Kürtlükten çıkıyorsun, askerleşiyorsun, Türkleştiriliyorsun, yönlendiriliyorsun. Sen olmaktan çıkmanın henüz nüveleridir. Bir tek ‘Türküm’ demek belki her şeyi alıp götürmüyor, hayır onu söylerken bile böylesi Türklükle alay ediyorsun.

Bir sözle irade kırma başlıyor

Ama işte her şey orada bitmiyor. Düşman onu senin iradeni kırma ve seni teslim almanın bir aracı olarak kullanıyor. Cezaevinde binlere varan bir yapı vardı. Önder kadrodan taraftara, sıradan bir yurtsevere kadar birçok insan. PKK buydu, bu yapıdaki temsildi, onun örgütlülüğüydü, inancıydı, güveniydi, bağlılığıydı, umuduydu. Bu yapının bütün insanlık yanlarıydı, ortak özlemleriydi, kimlikleriydi. İşte buna yönelmişti. Bir inancı, bir emeği, bir umudu bir anda yok etmek, tersine çevirmek mümkün müydü? Her şey bu kadar kolay değildi ve bu –yeni de olsa– kök salmış bir yaşamı yok etmek olurdu ki, buna ne kulların ne de tanrıların gücü yeterdi! Ne tanrılar zindana inebilecek kadar gökyüzünden vazgeçmişlerdi ne de barbarlaşan ‘kul’ları bir yaşamı tüketecek kadar hikmet sahibiydiler. Öyle olsaydı tarihte bütün barbarlıkları, vahşilikleri yapan ‘kul’lar çoktan tanrılaşırlardı! Çünkü var etmek ve yok etmek sadece tanrılara mahsustu.

Güvence kendini örgütlemektir

Örgütlü direniş yaratmak ya da direnişi örgütlemek önemlidir. Örgütlenmeyi sağlam yaratmak aynı zamanda birey için de güvencedir. Siyasal güvence budur; kendini örgütleyebilmek! Onu sen olmadan da yaşatabilmek, sürekli kılabilmek! Bir suyu içten, sessiz dalgalandırmak, onu taşacak hale getirmek ve büyük bir dalgayla bir anda bir akımı sağlamak arasındaki bağ nedir? İkisinde de kendini adama, feda etme vardır. Biri sende somutlaşan bir güç ifadesi olur, diğeri zemindeki güçtür, senin büyük dalgalanmalarının parçalara ayrılmış halidir. Teke tek de olsan düşmanın karşısında olmak başkadır. Sende bütünleşen, birleşen devrimci iradedir. İnanç, kararlılık, sendeki çıplak savaşçılıktır. Bu karşılaşma en güzelidir, en devrimci olan kavgadır. Ve sen bu yalnızlık içindeki güçle, aslında düşmanı parçalara ayırıyorsun. O hem seninle, hem yansımalarınla uğraşacak. Sendeki karşı koyuşta kendi çaresizliğini görecek, yenilgiyi bu şekilde tutması onu müthiş çözümsüz kılacak.

Tek başıma da olsa direneceğim!

‘Düşman bu yapı içinde istediğini elde edemeyecek. En sorunlu, en ‘yaramaz’ kadına bile el atamayacak, devrime karşı kullanamayacak” düşüncesi ve bir de “madem bu şekilde bir karşılaşmayı yaşadım, bütün gücü örgütleyerek, daha güçlü, ortak bir direnişle bunu yapmak gerektiğine olan inanç bir aradaydı. Ama her zaman tek başıma olsam da direneceğim. Gerekirse tek başıma tavır koymaya hazırım” diyordum. İkisi at başı gibiydi. Yine de kişi baştan sona tek başına da olsa, yalınkat bir direnişçilik bambaşkadır. Onun bütün bedelleri çok daha omuzlanır, göğüslenir ve seni müthiş bir çokluğa, özgüvene, öz inisiyatife götürür. Kaygılar kalmaz. Bir yerde kazanmanın, başarmanın hazzını en dorukta yaşarsın. Diyarbakır’ı tanımlamak acaba nasıl mümkündü? Hem her yere benziyordu hem de çok benzersizdi. Bir yanıyla insanlığından arındırılmış çıplaklığı bile işkenceyle örtülüydü. Ama bir de düşmanın asıl korkusunu oluşturan, tutsağın gizli umudu olan, yaşam damarı olanlar vardı… Esat Diyarbakır Zindanı’nda bir küçük Nazi İmparatorluğu kurmuştu. Fakat biz Yahudi değildik. Daha doğrusu 1940’lı yıllarda örgütsüz olan Yahudi toplumu gibi değildik. Örgütlenmiştik. Bizi özgürlüğe götürecek, tüm halkımızı birleştirecek partimiz kurulmuş ve ilanını yapmıştı. Her ne kadar bir kısmımız tutuklanmış olsa bile hala yüzlerce kadromuz özgürlük mücadelesini yürütmeye devam ediyordu. O yüzden kendini inkar, düşüncelerinden vazgeçme, topyekun bir teslimiyet, kimliğinden kişiliğinden uzaklaşma dayatılıyordu. Diyarbakır Zindanı’nda Kemalizm başını kaldıran, özgürleşmek isteyen Kürtleri tekrar mezara gömmek istiyordu. PKK ise toplumu yeniden yaratmak için mücadele veriyordu. Kürtlük, insanlık, ulusallık, sosyalistlik… Bunların ideolojik gücü öylesine büyük yakalanmış, halkta diriliş öylesine hızlı ve ani yaratılmıştı ki, neresinden vurursa vursun yaşayan bir başka yan karşısına çıkıyordu. Bu yaratma ustalığı, onun mimarı çok başkaydı.

Sakine Cansız’ın kaleme aldığı “Hep kavgaydı yaşamım” serisinin 2. cildinden derlenmiştir.