Yaşamı savunuyoruz!

- Ruşen SEYDAOĞLU
432 views

Bugün İstanbul Sözleşmesi vesilesiyle yaşanılanların farklı varyasyonlarını tarihte defalarca gördük. Merkezi iktidarlar/uygarlıklar başta toplumların kurucu gücü olan kadınları olmak üzere bilgiyi, doğayı ve yaşamı kendi tekeline almak için tüm bu özneleri toplumsallığından kopartarak anlamsızlaştırmaya, sömürülebilir metalara dönüştürmeye çalıştı. Bu çabayı ete kemiğe büründürmenin en etkili yöntemlerinin başında da kimi zaman kil tabletler kimi zaman kehanetler kimi zaman fetvalar-fermanlar olarak karşımıza çıkan hukuk vardı. Toplumların kadın kabiliyetlerine dayanarak; her bir insana ve doğaya yüklediği anlam/bağ kopmaksızın barış içinde kurdukları ahlaki yaşamın totemleri yerini patriarkal sistemin yasa metinlerine bırakmaya başladı. Ahlaki toplum sisteminden, merkezi uygarlık sistemine geçiş köklü bir rejim değişikliğiydi ve insanları, aslolanın toplumsal özgürlük değil iktidarın bekası olduğuna inandırmaları gerekiyordu.

Ahlaki politik toplumla gelen özgürlük ve merkezi uygarlıkla dayatılan kölelik olarak ifade edebileceğimiz bu iki çizgi arasındaki çatışma, bugün hala devam ediyor. Mitoslar, tavsiyeler, hadisler, deneyler yasa niteliği taşıdığından, iktidarlar, bütün bu kaynakların, sadece kendi pratiklerini ve yenilmezliğini anlatmasını istiyorlar. Ancak kadın eksenli düşünce ve sorgulama yöntemleri ile bakınca satır aralarından toplumun, bilhassa kadınların ahlaki değerler için mücadele ettiği bilgisini bulup çıkartıyoruz. Kadın aleyhine tersyüz edilmiş halleriyle bile mitolojide, tecavüze uğrayan İnanna’nın toplumdan hesap sormasını; din kaynaklarında, aile içi şiddeti ve cinsiyet eşitsizliğini reddederek peygamberin kapısına dayanan Havle’yi; felsefede ise histerik denilen ama aslında itaat etmeyen kadını görüyoruz.

Yeni dünya sistemi ve kadınlar

Diğer taraftan resmi bilgilere/tarihe karşı jineolojî kapsamında, kadın odaklı eleştiriler-yorumlar-alternatifler sunuldukça verili bilgilere dayanarak oluşturulmuş yapıları, bütünlüklü değerlendirmenin çok daha sonuç alıcı olduğunu fark ettik, ediyoruz. Bu tartışma, salt karşı kutup olarak ele alınan ve kadın düşmanlığını çıplak bir şekilde sunan sistemleri çözümlemenin yetmeyeceğini; patriarkal aklın, liberal söz ve eylemlerle kadın değerlerini gizlice sömüren ve bu sömürüyü özgürlükmüş gibi sunan yapısını da irdelememizi, buna kör bakmamamızı içeriyor.

Yeni dünya sisteminin, patriarkayla olan göbek bağı kadar bu sistemin çok daha özel politikalarla topluma-kadına nüfuz ediyor oluşu, sosyal bilimlerin ve parçası olan hukukun temel meselesi haline geliyor. Üstelik böylesi bir tartışma için kaba retlere, köktenciliklere ya da özcü yaklaşımlara gerek kalmıyor. Nasıl ki var olan bilgilere sırtımızı dönmek yerine tarihselliğini hesaba katarak kadın odaklı yorumlama yöntemini uyguluyorsak, satır aralarındaki kadın direnişlerini çıkarıyorsak pekâlâ kurumları, mekanizmaları ya da sistemleri, ulus-devletlerden ve patriarkal akıldan koparmak için kadın aklının ve görünürlüğünün bu yapılarda etkili kılınmasını da mücadele yöntemlerimizden sayabilmeliyiz.

Kadın hareketlerinin yarattığı enerji

Bu yöntem, Birleşmiş Milletler’in ya da Avrupa Birliği’nin hangi ortamda ve amaçlarla ortaya çıktıklarını bilerek; ancak buna takılıp kalmak yerine bunların kadın mücadelesinde nasıl konumlandırılacağını düşünerek hareket etmeye imkân tanıyor. Kendilerini uluslararası insan hakları mekanizmaları şeklinde ilan etmiş olsalar da kanlı savaşlar çıkaran ulus devletlerin, artık yenişemeyeceği bir dönemde topyekûn yok olmamak adına ortaya çıkmış, son derece Batılı ve bürokratik bu mekanizmalar, yapısal olarak ulus-devletler birliği şeklinde örgütleniyor. Devletli sistemin eril karakteri ilk zamanlarda hazırlanan metinlerinde, birliğin erkek popülasyonunda ve bugün hala devletlerin politikalarını değerlendirirken kullandıkları dilde hissedilir. Ancak başını Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi’nin çektiği bu yeni ve bazı yönleriyle umut vadeden sistem son tahlilde toplumsal hareketlerin yerelde ve uluslararası arenalarda güçlü doneler edinmesini de sağlamıştır. Diğer taraftan toplumsal hareketler de verdikleri mücadelelerle bu mekanizmalara baskı uygulayarak ölçü ve bakış açısı kazanmalarında etkili olmuştur. Özellikle dünyanın her yerinde yükselen kadın hareketlerinin mücadelesi ve diplomasisi bu mekanizmalarda kadınların görünürlüğünü ve kurumsallaşmasını kendi elleriyle inşa etmiştir. CEDAW’ın hazırlanması, uygulanması ve denetlenmesi için sözleşme kapsamında Komite’nin kurulması, Gölge raporlarının Komite ile paylaşılması, Komite’ye yapılan başvurular, GREVIO, İstanbul Sözleşmesi, AİHM’e taşınan bütün kadın davaları bizzat dünya kadın hareketlerinin yarattığı enerjiyle açığa çıkmış kazanımlardır. Yine bürokratik kaygılarla kendi bildiklerini okuma riski, kadın mücadeleleriyle ötelenmektedir.

Meseleye bu açıdan baktığımızda İstanbul Sözleşmesi’nin herhangi bir mekanizmanın metni olmaktan çıkarak kadınların kazanımı ve asla bırakmayacakları bir statü olarak görülmesi gerekiyor. Tartışmaya açıldığı andan itibaren ortaya çıkan kadın direnişi de Sözleşme’ye yüklenen anlamı apaçık gösteriyor. Ancak Türkiye hükümetinin İstanbul Sözleşmesi üzerinden başlattığı tartışmaları, Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanunu, çocuk istismarına dönük düzenlemeler ve devlet güruhunun kadınların hayatını a’dan z’ye didiklemek suretiyle yaptığı açıklamalarla birlikte değerlendirdiğimizde niyetlerinin ne olduğunu daha iyi anlıyoruz.

Rejim değişikliği yasallaştırılmaya çalışılıyor

Bir süredir belli dozajlarda demokrasiyi, insan haklarını, kadının insan haklarını ve özgürlükleri mülga girişimleri ile rejim değişikliği yasallaştırılmaya çalışılıyor. Bu gaye kapsamında atılan her adımı püskürtmeye çalışanlar, rejim değişikliğine karşı en kararlı direnişi gösterenler ise şüphesiz, kadınlar. Yeni Türkiye sloganıyla propagandası yapılan proje ile kadınların yok sayıldığı, özgürlüklerin rafa kaldırıldığı, doğanın özel mülkiyete çevrildiği, faillerin cezasızlıkla ödüllendirildiği ve tüm gücün sorgulanamaz biçimde tek adamın inisiyatifine bırakıldığı rejim değişikliği hedefleniyor.

Kadın aleyhine çıkarılan ya da değiştirilen her bir yasa, iktidar politikalarının topluma ve kadına aslında ne yaptığını örtüleyen araçlar olarak işliyor. Türkiye’nin ’90’larından hatırladığımız, muhalefetleri en çok da kadınları yok etmeye dönük özel politikaları, rejim değiştirme hamlesi ile yeniden devreye koyuluyor. Kadınlar bir kez daha bu örtüyü kaldırıyor; kadın kazanımlarını güvence altına almaya çalışan yasaların değiştirilmeye çalışılması ile Kürt kadınların ve çocukların, ordu ve emniyet mensuplarının sistemli saldırılarıyla karşı karşıya kalmasının aynı döneme denk gelişinin tesadüf olmadığını biliyoruz. Bu yüzden İ.E. intihar etmedi, onu kaçıran, bedenine ve kimliğine saldıran uzman çavuş tarafından öldürüldü, bu saldırı münferit, adli bir vakıa değildir, emri onu yetiştiren, amirlerinden aldı, diyoruz.

İktidar dediğimiz mefhum ortaya çıkışından bu yana kadın düşmanlığından bir an olsun vazgeçmedi, bir kez daha kadın kırımı üzerinden kendi rejimini örgütlemeye çalışıyor. Kadınlar ise uğradıkları bireysel saldırılar kadar yaşanılan diğer tüm toplumsal sorunlarda da ayağa kalktıklarından iktidarın, rejim değişikliği yolunda bir türlü aşamadığı o hattı oluşturuyorlar. Haber alma özgürlüğü, sağlıklı bir çevrede ekolojik değerlerle yaşama hakkı, üretme özgürlüğü, cezasızlık, barış hakkı ve savaş karşıtlığı direnmenin sebeplerinden görüldüğü için iktidarlar her toplum karşıtı adımlarında karşılarında çelik gibi duran kadın gerçekliğine çarpıyorlar. Ve iktidar, bu yüzden kadınlardan kurtulmak istiyor.

Kurtuluş yolunun taşları

Kadına şiddet dolu bir yaşam ya da ölümden başka yolunun kalmadığı aile yaşamını dayatmak; erkeğin tecavüzünü önlemek yerine kadının her halini tecavüze sebepmiş gibi sunmak; özgür iradesi açığa çıkmasın diye bütün haklarından mahrum bırakmak, yalnızlaştırmak kadınların örgütlülüğünü kırmak için defalarca denenmiş politikaların başında geliyor. Tam da bu yerleşik politikalara karşı kadın savunusunu sağlamak için ortaya çıkmış olan İstanbul Sözleşmesi’ni karalamak, “toplumun gelenek ve görenekleri” kandırmacası ile asıl amacı saptırarak toplumu yanlış yönlendirmek ise yeni rejimin dilinin ve yönteminin ne olacağını ifşa ediyor. Açlık sınırında, emeğinden kopartılmış, yeri-yurduyla beraber haysiyeti de elinden alınmış bireylerin aklına direnmek ya da örgütlenmek gelmesin, nasıl bir çukur içinde olduğunu fark etmesin diye sahte iktidarlar sunuyor. İnsanlar televizyonlarda, sosyal medyada ya da dost meclislerinde kadınlar direniyor diye ne kadar ahlaksız olduklarını konuşurken, an be an kadının yarattığı değerlerden koparken iktidarın daha fazla güçlendiği, toplumun yok edilmek istendiği fark edilmiyor.

Kim ne derse desin; İstanbul Sözleşmesi, kadınların hayatta kalmasını savunuyor; ancak hayatta kalırsak bu yaşamı dönüştürebileceğimizi söylüyor. Kendi dünyasını, toplumsallığın yokluğu üzerine inşa eden iktidarlara karşı Sözleşme, kadının ahlaki politik varlığını savunmanın en güçlü araçlarından biri olarak yine kadınlar tarafından savunuluyor. Sözleşme ve kadın özgürlüğünü savunan diğer bütün metinler, ortaya çıkma hikayeleri, ortaya çıkaran kadın perspektifiyle sadece kadınlar için değil kadınlarla birlikte toplumun tamamı için kurtuluş yolunun taşlarını döşüyor.

*Jineolojî Dergisi Yayın Kurulu Üyesi