Ortadoğu’da din olgusuyla hafızanın çoraklaşması

- Newaya Jin
431 views

Ortadoğu klasik uygarlık çözümlemeleri ve genel doğrularla, geçerliliği olan doğru bir tanımlamaya kavuşturulamaz. Doğru bir tanımlamaya kavuşturulamadığı gibi kaos yumağı durumundaki sorunlara çözüm de olunamaz. Ortadoğu’da bir gelenek halini alan olguları, bireyleri, kurumları mutlaklaştırma, sorunları tanımlayabilme gücünü zayıflatır. Tüm bunlar mevcut olanın bozulmasından duyulan korkudan ve aynı zamanda tutuculuktan kaynağını alır. İnsan yaşamında bir an’da ve her yönde olmak üzere olasılıklar demeti vardır. İnsan yaşamı belirsizlikler bütünüdür. Özgür tercih ve sezgiler yoluyla seçilecek olan belirlenir. Her varlığın gerçekliği, içinde bulunulan toplumsal realiteyle tanımlanır. Ortadoğu gerçekliği de kimi zaman cadı kazanına, kimi zaman içinden neyin çıkacağı belli olmayan Pandora’nın kutusuna benzetilen bir karmaşıklığa sahiptir. Bu realite, toplumsal mücadelenin önüne birçok olasılık çıkarır. En önemli an ise olası olandan gerçeğe geçiş anıdır. Bu geçiş ortaya konmuş olasılıklar içerisinden bir değişkeni yakalayan tercih sayesinde gerçekleşir. Bize bu realitenin anlamını açıklayan ise bu an’ın ve tercihin çözümlenmesidir. Mutlak otoritenin ve hâkimiyet ilişkilerinin reddedildiği, hâkimiyet olgusunun kökenlerine inildiği, mutlaklığı besleyen nedenler üzerine tüm ayrıntılarıyla düşünüldüğü yeni bir döneme giriyoruz. Bundan dolayı Ortadoğu kimliğini-kişiliğini özgün bir biçimde tanımlama gereksinimi vardır.

Ortadoğu uygarlığının analizini yaparken din ve devlet olgularını çözümlemek, bu olguların toplumun hücrelerine dek nasıl derin nüfuz ettiğini doğru anlamak önemlidir. Din ve devlet olguları irdelenmeden yapılan herhangi bir değerlendirme, Ortadoğu gerçekliğini ifade edemez.

Düşünceden duyulan korku

Din, Ortadoğu’da tek başına ne her şeyin sorumlusu ne de göz ardı edilebilecek düzeyde etkisiz bir olgudur. İnsanlığın varoluşundan itibaren din, insan topluluklarını çeşitli şekillerde etkileyen temel düşünce biçimlerini oluşturur. Dinler, insanlık tarihinin her döneminde toplumsal yapı ve sistemleri etkilerken, diğer yandan toplumsal olaylardan ve gelişmelerden de etkilenirler. Her ne kadar pozitif bilimciliğin etkisi altındaki küreselleşme sürecinin dini değerlerin insan ve toplum yaşamındaki önemini kaybetmesine neden olacağı olasılıkları öne sürülse de, bu olasılığın sadece Doğulu ülkelerde değil, henüz Batılı ülkelerde de gerçekleşmediği görülür. Din öteden beri varolagelen bir olgu, insanlığın ilk ideolojik kimliğidir. Ortadoğu insanı için din, yürümesini sağlayan koltuk değnekleri gibidir. Bu koltuk değnekleri özgür düşünce ve özgür iradenin gelişimini engelleyen dayanaklar olarak din ve devlettir. Ortadoğu’da bilimsel düşünüşün ve yaşam anlayışının gelişimi teoloji ve dogmatizmin aşılmasıyla mümkündür. Burada yapılması gereken kaynağını Sümer rahip devletinden alan, mitoloji ile başlayan ve daha sonra da teolojinin etkisiyle derinleşen mutlaklığı çözümleyebilmektir. Batıda gelişen Rönesans ve reformla özgür düşüncenin önü açılırken, Doğu’da özgür düşünmek çok ağır bedeller istemiş, acı ve yalnızlık anlamına gelmiştir. Ortadoğu toplumlarının hafızası çoraklaşmıştır. Soru sormak, çok düşünmek, okumak önemsiz görülür. Çok düşünenlerin, okuyanların delireceği söylenerek düşüncenin gelişiminin önü alınır. İnsan; iradesiyle yaratan, etkileyen, yaşama katılımıyla, enerjisiyle değiştirebilen bir güç değil; itaat eden, kaderine boyun eğen bir varlıktır. Bu, yaratıcılığın ölmesidir. Düşünceden kopuş insan olmadan kopuştur. İnsanın kendi varoluşuna karşı yabancılaşmasıdır. Düşünmekten korku; özgürlükten, sınırları aşmaktan, mevcut olanın yıkılmasından duyulan korkudur. Yaşam önceden belirlenmiş kalıplar ve rollerden oluşur. Bu zihniyet yapılanmasında dönüşüm yapmak bir yana, her ilerici çaba ibret-i âlem olacak biçimde cezaya çarptırılır. Bu Ortadoğu toplumlarında bilgiden çok inancı, rasyonalizmden çok dogmatizmi, esneklikten çok mutlaklığı, bilimsellikten çok ilahiyatı esas alan zihniyet yapılanmasını açığa çıkarır.

Sorgulamak ‘günah’ sayılır

Doğru düşünebilmek için insan aklının çelişkileri kolayca fark edebilme özelliğinin dogmalarla, ön yargılarla, mutlak doğrularla körelmemiş olması gerekir. Ortadoğu’da ise doğru düşünmenin önü alınarak çelişki yaşamak, farklı düşünmek günah sayılır. Çelişki yaşayan, sorgulayan, doğru yoldan saparak ‘şeytana’ uyar. Bu dönemde doğru düşünebilmek ve doğru yaşayabilmek ‘şeytana’ uymaktan geçer. Şeytan, devrimci niteliğini bu karşı koyuştan alır. Allah korkusu öylesine büyük bir korku olarak insanların yüreğine işlemiştir ki allahın yaratan, yapıp eden, ezeli-ebedi olan, her şeyi gören, bilen, duyan olması insanın tek başına kaldığında bile yalnızlaşamamasını ve iç kontrolü getirir. Dinin bu kadar etkili oluşunun bir nedeni salt dış kontrol mekanizması değil, iç kontrol mekanizması olmasından kaynaklıdır. Babanın, devletin, polisin görmediği bir yerde istediğini yapabilirsin ama allahın görmediği bir yer yoktur. Ve melekler de sağ ve sol omzunda her zaman seninledir. İşte tüm bunlar tanrının varlığına ilişkin ılımlı bir kuşkuyu dolaylı da olsa, kendi kendine de olsa açıklamayı bağışlanamaz bir suç kılar. Teolojinin kuşku, irdeleme ya da akılcılığa dayanma gücü yoktur. Mutlak doğrular ve kutsallık eleştiriye, kuşkuya yer vermez. Eleştiri ve soru sorma mutlakıyetin dinamitlenmesidir. Teolojik açıklama tek bir fırça vuruşuyla resim yapmaya benzetilir. Teolojinin doğruları tekelinde tutma, insan düşüncesi ve duygu dünyası üzerinde kurduğu egemenliği koruma kaygısı onu tutuculaştırır. Kadercilik, değişime inançsızlık, kendi özsel gerçekliğine güvensizlik, kendini yaşamın etkin bir gücü olarak görmeme, içteki yaşam gücünün, enerjisinin engellere takılıp kalması, hep bu zihniyetin ürünleridir.

Din, kadını ötekileştirir

Ortadoğu’da teoloji tarafından beyinler derin donduruculara konulup dondurulmuştur. Buzları çözecek güçlü bir enerjiye ihtiyaç vardır. Batıda ortaçağ denilen karanlık çağdan çıkışta teoloji üzerinden gelişen tartışmalar özgür düşüncenin ve bilimin gelişiminin önünü açar. Rönesans, Ortadoğu’nun değer yargılarında ısrarına karşı Batı’da yeniden doğuşu geliştiren zihniyet devrimidir. İnsan düşüncesi Rönesans ile yeni bir yöne çevrilir. Ortaçağ düşünüşü yalnız öteki dünyayı merkez yapıp tanrıyı ve dini yaşama nedeni olarak kabul ederken, insan merkezli düşünce anlayışı Rönesans ile açığa çıkar. Kilisenin kendi içinde yaşadığı yozlaşmaları giderme ve çürümeye son verme amaçlı dinsel ıslahat hareketi olan reformasyon süreci ise 15. yüzyılda başlar. Aklın kendini keşfetmesine, aydınlanmaya neden olur. Ortadoğu’da ise 12. ve 13. yüzyılda gelişen özgürlük arayışları bastırılarak, islamiyetle aydınlanma kapıları kapatılır. Tüm bunlar Ortadoğu uygarlığının ideolojik, kültürel, sosyal, siyasal anlamda kırılmasını ve Doğu-Batı çatallaşmasının derinleşmesini getirir. Ortadoğu her şeye karşı direnir. Ne kendi içinde gelişen yenilik arayışlarını ne de dıştan gelen çözümleri kabul eder. Bu, analitik zekâya karşı da bir direniştir. Duygusal zekâdan tam olarak kopulamaz, analitik zekâ da kabul görmez. İki gerçeklik arasında kalınır. Batı’da yaşanan bu gelişmelerle aklın bütün düşünenlerde, uluslarda, bütün kültürlerde aynı olduğunun söylenmesi kadınlar açısından da kendini bilme çabasını geliştirir. Ortadoğu’da ise cinsler arasındaki yabancılaşma din ile uçuruma dönüşür. Din ve kültür adına uygulanıp meşrulaştırılan toplumsal gerçeklikte kadın ikincil bir konumda tutulur. Özgürleştirici ilişkileri ve eşitliği sağlayacak, kadınların konumlarını değiştirecek yeniden yapılanmalar engellenir. Kadınlar üzerindeki egemenliği ve köleleştirici etkileri aşmaya yönelik çabalar eril iktidar güçleri tarafından bastırılır. Din, ulusçu ideolojiler tarafından kadınların insan olduklarının reddi için gerekçe olarak kullanır. Ortadoğu’da cinsiyetçi ve baskıcı olan salt İslam değil, aynı zamanda ataerkil geleneklerdir. Ancak islamın hem sınıf egemenliğini hem de erkek egemenliğini beslediği inkâr edilemeyecek bir gerçekliktir. Ortadoğu’da İslamiyet ile kadının yaşadığı kırılma yasalara bağlanır. Kadına, statüsünün bir kader olduğu öğretilir. Kadınlar lanetli oldukları düşüncesini içselleştirirler.

Kadın bedeni denetime alınır

Ortadoğu’da kadın sünneti, töre ve namus cinayetleri, aile içi şiddet ve cinsel istismar yoğun bir biçimde görülür. Adeta kadın katliamı yaşanır. Kadınların intihar etmediği, öldürülmediği, tecavüze uğramadığı bir gün bulmak zordur. Kadın sünneti cinsel hazzın kadında yok edilmesi amacıyla hâlâ kız çocuklarına uygulanmaktadır.

İslam hukukuna göre cinsellik erkek için bir hak iken kadın için sadece görevdir. Ortadoğu toplumlarında cinsellik kadına yönelik en önemli tehdittir. Aile içinde emeğinin ve cinselliğinin sömürülmesini istemeyen kadın, kamusal alandaki cinsel sömürüyle, sokağa atılmayla tehdit edilir. Evin içinde özel alanda ise cinsel obje haline gelme doğaldır. Kadın, ‘kocası’ ne zaman isterse onunla cinsel ilişkide bulunmak zorundadır. Genel fahişelikten korkan kadın, evlilikle özel fahişe konumuna getirilir. ‘Kocasının’ isteklerini karşılaması allahın emridir! Kadını cinsellikle özdeşleştiren mantık, toplumun ahlakını korumak için kadını ve bedenini denetime alır. Erkek, kadının namusunun bekçisidir. Devlet de toplumun namusunun bekçisidir. Toplumun namusunu bozacak potansiyel suçlu kadındır. Bu yüzden kadınlar sokağa çıkarken ‘kocaları’ yanlarında değilse, erkek kardeşleri çok küçük yaşta da olsa tedbir amaçlı olarak yanlarına verilir. Kadının ‘namusunu’ koruyacak olan beş yaşında da olsa bir erkektir. Devlet de istediği zaman bekâret kontrolü yapma hakkına sahiptir. Ne de olsa o da toplumun namusunun bekçisidir. Kadınlar babalarının, erkek kardeşlerinin, ‘kocalarının’ mallarıdırlar. Şeriat yasalarına göre, kadınlar tecavüze uğradığında mağdur durumda olan kadının kendisi değil, babası, ‘kocası’, kardeşi mağdurdur. Kadın ise suçludur. Kadın, kendi bedenine bile sahip değildir. İran ve Afganistan’da kılık kıyafet yasağına uymayan kadınlara ağır cezalar verilir. Yine Türkiye’de kadınlar kamu kuruluşlarında pantolon giyme hakkını 21.yüzyılda elde ederler. Kadınların davranış biçimleri, sesleri, giyimleri kontrol altındadır. Kadınlar yüksek sesle konuşmamalı, yüksek sesle gülmemeli, başları dik yürümemelidirler. Ortadoğu’da kadının eksiksiz bir insan olduğunu ortaya koyma sorunu vardır. İslami cemaat düzeninde cinsler arası eşitsizlik sorgulandığında, toplumsal cinsiyetçilikte dönüşüm arayışına girildiğinde, sistemin tümü tehlikeye düşer. Sistem sürekliliğini cinsler arası eşitsizliğe dayandırır. Kadının ‘kocasına’ itaatsizliği aynı zamanda ailenin ve toplumun namus bekçilerine itaatsizlik anlamına geldiğinden, İslami hiyerarşiyi tehdit eder. Kadın bu durumda salt ‘kocasına’ değil cemaate, cemaatin oluşturduğu akla ve düzene itaatsizlik eder. Kadının kendi farkındalığını algılayabilmesi, topluluktan farklı düşüncelere sahip olması, cemaatçi düşünce ve yaşam tarzı açısından korkutucu anlamlarla yüklüdür.

Dincilerin korkusu: Kadın özgürleşmesi

Bugün Ortadoğu’da ve tüm dünyada kadınların giriştikleri özgürleşme edimleri, erkekleri ve devletleri oldukça korkutur. Hiyerarşik devletçi toplum, eril iktidarın bir ürünüdür. Ve belki de kadının özüne en uzak olgulardan biridir devlet. Bu yüzden devlet odaklı iktidar güçleri, kadını her zaman muhalif olarak görür ve mutlaka denetim altına alır. Önderliğimiz “Toplumun başına gelen insansal felaketlerin temelinde savaş ve iktidar, devlet, cehalet, zorbalık yatmaktadır. Devlet, iktidar ve savaş analitik zekânın sapkın ürünleri olduğu halde aşılmaları da ancak analitik ve duygusal zekânın el ele vermesiyle mümkün olacaktır” belirlemesiyle kaostan çıkış yolunu gösterir. Batının bilimsel düşünüş yapısıyla Doğu’nun duygu yüklü felsefesinin birleşimi devlet ve iktidar olgularının aşılmasını sağlayacaktır.

 

Kaynak: ÖZGÜR KADIN KİMDİR, NASIL YAŞAR? – 1.KİTAP-