‘NUJÎYAN’ Yeni bir hayat…

- Omedya WELAT
522 views
3 Mart 2017’de Şengal’in Xanesor alanında haber takibi yaparken Roj peşmergeleri tarafından suikast ile şehit edilen gazeteci Nûjiyan Erhan’ın hayatını anlatan “Nûjiyan” belgeselinin ilk gösterimi 28 Mayıs’ta Şengal’de  yapıldı. Belgeselin yönetmenliğini yapan Jinda Asmen ile hem “Nûjiyan” belgeseli hem de kadın sinemacılığına dair konuştuk.

Sinemanın bir evren olduğunu vurgulayan Asmen, “sanat yoluyla mücadele etmek, kadın özgürlük ideolojisinin estetiksel bir forma kavuşmasıdır.” tespitini yaptı. Belgesel ile Şengali anlatırken Nûjiyan’ı, Nûjiyan’ı anlatırken de Şengal’i anlatmayı hedeflediğini belirten Asmen, bir yönetmenin cesur sinemacılığın ruhuna cesur adımlar atarak soluk olabileceğini vurguladı. Sinemanın bir duygu ve düşüncenin varlığa kavuşmuş hali olduğunu aktaran Jinda Asmen, kadınların sinema alanında cesur adımlar attığını hatırlattı.

Tiyatro ile kesişen sanat yolculuğu

Belgeselin detaylarına girmeden önce Jinda Asmen’in kendisinden de bahsetmesini istiyorum. Asmen, sanatla ilk bağının çocuk yaşlarda dansa gösterdiği ilgi ile başladığını ifade ederek ilerleyen yıllarda ise sanatla yollarının tiyatro ile kesiştiğini belirtiyor. Bir dönem MKM bünyesinde tiyatro grubunda yer alıyor. Ardından tiyatro yönetmenliğine doğru ilerliyor. Süreç içersinde ise sinemacılığa evriliyor sanatla ilişkisi. Ve başlıyor anlatmaya Jinda Asmen: Sinemada işe oyunculuk ile başladım. İlerleyen zamanlarda yönetmenliğe adım attım. Oyunculuktan yönetmenliğe ulaşma kendi akışında gelişti. Sinema alanındaki ilk oyunculuğum 2000’lerde Halil Dağ ile başladı. Halil’in ilk filmi Tirêj ile ‘Yüzlerimizin Sırrı’ filminde oyuncu olarak yer aldım. Halil arkadaşın tarzından etkilendim, bende derin izler bıraktı. Yönetmenliğe tiyatro ile başladım. Tiyatro yönetmenliği birçok sanat dalını içersinde barındırır. Bana çok şey kazandırdı. Sinema yönetmenliğinde ilk proje, Özlem Yaşar ile çektiğimiz “Wêne” filmiydi. Sonrası kendiliğinden gelişen çalışmalar oldu.

Nûjiyan ile ortak çalışma…

Sinemayı “duygu ve düşüncenin bir varlığa kavuşma hali” olarak tanımlayan Asmen, “sinema bir evrendir, bir dünyadır, bir yaşam, bir varlık olayıdır” diye ekliyor. Bir süre basın-yayın çalışması da yürütüyor Jinda Asmen. Hatta Nûjiyan Erhan ile birlikte yapıyor: Sanatla birlikte basın çalışmalarını da yürüttüm. Kamera ve görselin getirdiği bir çekim merkezi vardı. Şengal’de Nûjiyan arkadaş ile basın çalışmalarını yürüttük. O süreçte sanat ile basını iç içe işleme gibi bir hedefim, istemim vardı. Şengal’de Nûjiyan arkadaş ile birlikte bunu yapmaya çalıştık.

Ferman Kürt gerçeğine bir saldırıydı

Jinda Asmen’i kısmen tanıdıktan sonra yüzümüzü “Nûjiyan”a dönüyoruz. Belgesel fikri ve sonrası aşamayı soruyorum Jinda’ya: Sanat ile Nûjiyan’ı bir belgesel aracılığıyla ifadeye kavuşturmak önemliydi. O’nu sözlerle anlatamazdım, yoğurmam gerekiyordu. Duygu ve düşüncem buydu. O’nunla bir yaşamı paylaştık. Savaşın, onca acı ve sevincin ortasındaydık. Bu kolay değildi. Yaşanılanlara tanık oluyorsun, dinliyorsun, dokunuyorsun. Tozu, dumanı, havası, taşı, toprağı her biri farklı bir duygu yaratıyor insanda. Ve şunun farkına varıyorsun: Şengal’de yaşanmışlıklar hem çıplak ama hem de bir sır. Yaşanan bir savaş ve ferman gerçekliği var. Fakat sır olarak saklanan birçok şey de var. Êzidîleri yok etmek üzerinden gerçekleşen 3 Ağustos fermanı özünde Kürt gerçeğine bir saldırıydı. Ezidîlik Kürtler’in kadim inancıdır. Bunu yok etmek insanlığın kök hücresini yok etmek demektir. Sır olarak kalan şey ise, orada çözülmemiş noktalardır. Sır olarak kalan bir duygu, bir düşünce, bir yaşam var orada. Detaylarda birçok hikaye var.

Şengal’i anlatırken Nûjiyan’ı Nûjiyan’ı anlatırken Şengali anlatmak

Nûjiyan’la etkilenmelerimizi, duygulanmalarımızı paylaşırdık. ‘Şengal için neler yapabiliriz’ diye tartışırdık. İki kişi tek karakter özelliği de yarattı. Tüm bunlar bende belgesel fikrini oluşturdu. ‘Şengali anlatırken Nûjiyan’ı, Nûjiyan’ı anlatırken de Şengali anlatacağım’, bu duygu ile yola çıktım. Nûjiyan’ın da istemi bu yönlüydü. Bir konuşmamızda ‘eğer bana bir şey olursa benim adıma bir şeyler yapmalısın’ demişti. Bir vasiyete dönüşen o sözler hala kulaklarımda. Hep ‘bir şey yapmalıyım’ diye sayıkladım. Nasıl yapacağımı, nereden başlayacağımı bilemiyordum. Zaten Nûjiyan’ın şehadeti çok tazeydi. Biraz akışına da bıraktım ama hep kafamdaydı. ‘Nûjiyan’, ‘Nûjiyan’, yani yeni hayat… Evet, Nûjiyan her açıdan yeni bir hayattı. Hikaye oradan kendiliğinden aktı. Heval Nûjiyan yaşamı, emeği ve duruşuyla varoldu. Bir kadın devrimciydi. Hem devrimci, hem gazeteci, hem gerilla olmak ve bunun üzerinden özgür yeni bir yaşamı yaratmak için mücadele etmek kolay bir iş değildi. Bir amaç uğruna yürüyorsun. Hayatını o amaç uğruna kuruyorsun. Ona karar vermiş, onu sahiplenmişsin. Nûjiyan arkadaş da o devrimcilerden biriydi. O yüzden yeni hayat tam da Nûjiyan’ı anlatacak bir başlık, bir içerik, bir projeydi. Hem vasiyeti, hem istemi, hem de yeni yaşamın nasıl ilerlemesi gerektiği üzerinden oluşturulan bir projeydi. ‘Acaba yapabilecek miyim’ kaygısını da sürekli yaşadım. Ama vazgeçmedim.  Duygu ve düşüncelerimi bir varlığa dönüştürmem gerekiyordu. Buradan yola çıktım.

Ağırlıkta Şengal’de çekildi

Çekimlerin nerelerde yapıldığını merak ediyor ve soruyorum: Projeyi bir bütün Nûjiyan arkadaşın yaşadığı yerlerde çekmek isterdim ama olmadı. Ağırlıkta Şengal’de yapıldı. Kimi sahneleri Rojava’da çektik. İlk karakterini kazandığı, yeni yaşama ilk adımlarını attığı Urfa’da da kimi çekimleri yapmak istiyorduk ama olmadı. Şengal ise Nûjiyan arkadaşın son nefesini verdiği yerdir. Burada savaşa tanıklık etti. Kutsal bir mekandı. Şengal’in dağı, toprağı, coğrafyası çekimlerimize uygundu. Mevsimler biraz olumsuz etkiledi bizi. Çekimlerin küçük bir kısmı da Mexmûr’da yapıldı.

Ekip 3 kadından oluşuyor

Böylesi önemli bir projede ekip de önemli. Jinda Asmen 3 kişilik ekipleri olduğunu söylüyor. Tabii ki Şengal halkının büyük desteğini de belirtmeden geçmiyor:  Projede 3 kişilik bir kadın ekibi olarak çalıştık. Ben, Zinarîn Zinar ve oyuncu rolünde Feride Zade. Yönetmen, yönetmen yardımcılığı, prodüksiyon derken 3 kadın bu projede sinemanın birçok dalına dokunduk. Tüm çalışmaları kolektif yürüttük. Bu ekip dışında da birçok kişinin emeği geçti. Örneğin Şengal halkı bize çok destek sundu. Kıt imkanlar ile yürütülen bir proje oldu. Işık veya kamera sistemi, birçok prodüksiyonda olan teknik alt yapı bizde yoktu. Çekimleri, Şengal’e saldırıların olduğu, savaşın sürdüğü bir süreçte yaptık.

Yaparken öğreten bir deneyim

Jinda Asmen belgeselin derin bir deneyim yarattığını ‘her yapış yeni bir öğrenim oldu’ sözleriyle özetliyor. Ve devam ediyor: Duyguda, düşüncede, bakış açısında tecrübe kazandırıyor. Yaparken öğreten bir deneyim. Bu anlamda her yapış yeni bir öğrenim oluyor. Kadın açısından güçlü bir deneyim anlamına geliyor. Başarının getirdiği bir duygu vardı. Bu da sürükleyici bir sonuç. Daha güçlü, daha güzeline ulaşmak istiyorsun. Estetiği ortaya çıkartmak istiyorsun. Feride’nin ilk oyunculuk deneyimiydi. Zinarin açısından hakeza. İlk’in getirdiği heyecan muhakkak farklı oluyor. Bizi Nûjiyan arkadaşla da buluşturdu. Belgeselin adıyla özdeşleşen bir proje oldu.

‘Kadınlar sinema alanında cesur adımlar atıyor’

Cesur sinemacılıkta yönetmenin rolünü ve bu alanda kadınların varlık mücadelesini soruyor ve Jinda’dan şu yanıtı alıyorum: Cesareti barındıran korkular vardır. O korkularla beslenen olgular vardır. Korkuların üzerine yürürsen cesaretin ortaya çıkar. Bir yönetmen cesur adımlar atarsa cesur sinemanın ruhunu da yaratır. Denemek, öğrenmek gerekiyor. Her öğrenme olayı bir cesaret olayı bence. Her cesaret yeni bir öğrenmeyi de yaratır. Bir yönetmen de cesur adımlar atarsa özellikle kadınlar açısından cesur sinemayı da yaratmış oluruz. Bu bir yaşam, bir varlık olayı. Sinema, bir duygu ve düşüncenin, bir gerçekliğin varlığa kavuşmuş hali. Ve kadınlar bunu gerçekleştiriyor. Bizim açımızdan yeni bir alan fakat her yeni şey daha güçlü ve büyük adımları doğuracak. Kürdistan’daki cesaret farklı bir ülkedeki kadınlara da cesaret oluyor. Tersi durum da geçerli. Kadınların akışkan enerjisindeki cesaretinden bahsediyorum. Birçok sanat dalı böyle gelişti. Çünkü sistem eril erkek karakterinde. Kadınlar, sanatını icra ederken egemen erkek sinema sektörüne karşı da bir mücadeleyi veriyor. Bunun zorlukları çok fazla. Bir savaş mecrası. Sinemanın dili basit ele alınamaz. Gerçeğe dokunmayı gerektirir. Zorlukları çok fazla elbette. Örneğin bir kamerayı kullanmak, yönetmen olmak kadınlar açısından yakın tarihe tekabül eder.  Öncesi nereye dönüp baksan her yerde erkekler vardı. Şimdi ise kadınların mücadelesi sonucu değişen şeyler oldu. Bir kadın olarak kendi varlığını kabul ediyorsun ve bunun mücadelesini önce kendinle veriyorsun. ‘Ben bir kadınım ve özgür olmalıyım’ diyorsun. ‘Şimdiye kadar hep başkaları benim adıma karar verdi, şimdi ise kendi kararımı kendim almalıyım. Sanatta hep obje olarak kullanıldım ama ben kendi duygularımı, fikirlerimi sanatla ifade etmedim’. Bu sorgulamayı yaşayıp girişimde bulunuyorsun. Bu bir anlayış, bir fikir, bir ideoloji olayıdır.

Varolma savaşı…

Sinema, evrende kadının kendi yerini bulduğu bir mücadeledir. Evrenin kendisi bir sanat olayıdır. Hayatın her dalıyla bağlantılıdır. Sanat ile mücadele etmek, kadın özgürlük ideolojisinin estetiksel bir forma kavuşmasıdır. Güzel yanlarını da dile getirmek önemli; ‘yaptım’ diyorsun. ‘Bundan sonrakiler de yapabilir’ diyorsun. Bu alandaki savaş kadınlar açısından varolma savaşıdır. Sona doğru gelirken Jinda “her kadın, sanatın kendi doğasıdır” tespitini yapıyor ve sanatın kadının ruhuyla ortaya çıkabileceği gerçeğine işaret ediyor. Her sanattaki estetiksel duyguda muhakkak kadının bir dokunuşu olduğunu söylüyor ve şu sözlerle bitiriyor: Her mücadele eden erkek de bir sanat dalıyla uğraşırsa kadın ruhunu bulacaktır. Kadın, sanatta sanatın ruhu olarak öncüdür. Bu öncülük elbette daha güçlü adımlar atmayı gerekli kılıyor.