Ölüm; tıpkı doğum gibi, bu hayatın bir emri! Kimimiz bunu unuturak yaşar ve hayat zaman zaman hatırlatır; kimimiz de hep içiçedir bu gerçeklikle. “Kaderi coğrafyasında” saklı olanlar için, ölüm unutulabilecek birşey değildir. Her gün cenaze haberi almıyor, mezarlıklarda gezmiyorsa bile; mutlaka yaşam alanının her tarafı ölenlerin fotoğrafları ile dolu, onların isimlerini taşımakla geçer…
Bazıları için de “yaşam, uğrunda ölünecek kadar değerlidir.” Yani artık doğumun ve yaşamın ve ölümün farklı anlamlandırmaları vardır. Bu fikir içinde, bu hareket içinde gelişmiş herkesin ölümle ilişkisi çok farklı olur. “Ölüme gitmek”, “ölümü seçmek”, “ölümü yaşamak” bambaşka durumları ifade ediyor gibi görünse de aslında, çok benzer şeylerdir. Yaşatmak için yapılıyorsa eğer…
Dağ, bunlar arasında en keskini! Gidecek kişi, göze alır! Herşeyi, “ölümü bile” göze alır. Bir yanıyla yaşatmaya gittiği gibi, bir diğer adı da ölüme gitmesidir. Çünkü savaştır.
Ölümü yaşamak, yaşatmak için olmadığı takdirde, çok korkunçtur. Çünkü o boşluktan, o yalnızlıktan, o sessizlikten asla çıkaramaz sizi. Ancak ölümün farkındalığıyla bir yaşam kuruyor, her gün, her an, her birey ve her mekanın tadını ve değerini biliyorsa, ölümü yaşamak herşeyle birlikte içinde ölümü de bilmektir.
Ölümü seçmek ise; kendini birşeylere bırakmak, pes etmek ve yaşamdaki değerler ile birlikte zorlukları da def edip başka birşeyi tercih etmek ise kişinin kararıdır. Ancak yine bu sefer yaşamın farkındalığıyla ölümün ne olduğunu bilerek çıkılan bir yol ise farklıdır. Yani yaşatmak için! Yani yaşamı yaşamak için! Yani o değeri büyütmek, an’a katkı sunmak için…
İsmi intihar olsa da; yaptığımız birçok eylemden, gözü karalıktan, özgür iradeden farklı değildir benim gözümde. Yaşama gelmeyi ne kadar tercih edemiyorsak, yaşam boyunca toplum ve sistem içinde ne kadar örülmüşsek, ölümü de tercih etme şansımız çok yok! Buna meydan okuyan özgür savaşçılar dışında. Bütün bu süreçte, bedenini bir müzik aleti gibi kullanarak, en güzel melodiyi yaratma uğruna kararlar veren, özellikle kadın olmak üzere, bir sürü insan tanıdık. Ve bunların hepsini, “Hareketin zorlandığı süreçlerde, onun önünü açacak eylemler yapmışlardır” diye öğrendik. İlk başta belki anlamadık. Ancak süreç içinde tıkanmaları; rahatlamaları görünce farkettik.
“Yalan ile yaşayanlar doğru ile savaşır”, yalan ile savaşanların, aslında doğru ile savaştığı bir noktadayız. Sistem iliklerimize kadar işlettiği, kirlettiği değerlerde, insani ilişkilerimiz bile tartışılır düzeyde! Ancak bizler bu değiliz. Cezaevindeki açlık grevleri süreçlerinde, grevde olmayan arkadaşların “yemek hazır” yerine “diş fırçalayacağız” demesi gibiyiz…
Tercihleri ne olursa olsun…
Bu durum, kişilerle alakalı değil; olumlu veya olumsuz değer yaratmaktır. Ve bu, karşındakine verdiğimiz değerle başlar, yanındakine kadar devam eder. “Bunların kişisel yani kişiler düzeyinde olmadığını, aslında toplumsal olarak bulunduğumuz noktayı gösterdiğinin farkındayım. Bunun merkezine de kendimi koyarak söylüyorum. Sorun A kişisi B kişisi değil; sorun toplumsal birşey. Bu kadar anlam savaşının verildiği bir zamanda bu kadar yalanın, anlam yitiminin ortasında olmak kişi olarak yaşadığım son kırılmadır. İnsan tüm yaşadıklarıyla olduğu gibi görülmeli, durmalı, ifade etmeli. Bunun ötesi anlam yitimidir. Bunu kabul etmek de teslim olmaktır.”
Fadilem bunları diyerek gitti. Çocukluğuydu kırılma noktası, yaşadıkları, anlattıkları, anlatmadıkları… Tıpkı hepimiz gibi!
Kadın olmak çok zor! Tek diyebileceğim bu! Ve ne iyi ki biz yalnız yürüyen kadınlar değiliz!